Yanağımı kapı demirinin serin yüzüne yapıştırmış gelip geçenleri izliyorum yine. Küsmüş filan değilim, azar yemiş, öfkelenmiş, canı sıkılmış bir halim de yok. Oyuncağımı kaybetmedim, buraya evden kaçıp gelmiş değilim, dizim kanamıyor çoktan kabuk bağladı yarası. Tam tersine belki de sonraki hayatım boyunca her fırsatta kaçıp geleceğim bir yerde, tam da saklanıp sakinliği bulduğum yerdeyim. Ne şehre korsanlar geldi ne de kırk harami bastı sokakları. Kederli bir akşamüstü değil, puslu bir havanın mevsimi geçti çoktan. Durgunum sadece, bilerek isteyerek durgunum…
Gözlerimle takip ediyorum yürüyenleri, bir ömrün içinden hızla geçip gitmek istercesine koşuşturanları izlemeyi sevmiyorum. Hatta şu sevimli yaşlı amcalar pek bir hoşuma gidiyor. Ne kadar sakin ve aheste yürüyorlar. Ne hızlı ne yavaş, ne telaş var ne kaçış. Arada bir duruyorlar, sohbetin en koyu olduğu yerler bu duruşlar, “azizim” diyerek bitiriyorlar cümleyi ve yine devam ediyorlar.
Kapı demirinin serinliği iyi geliyor kalbimin sakinliğine. Biraz serinlik incitmez hiçbir yufka yüreği. Bu serinliği ve sakinliğimi, elimden almak isteyen hayatın bu kapıyı buradan sökeceğini bilseydim çağırırdım gönlümün ordularını. Ya da babama söylerdim… Şu an arkamda, sandalyesinde oturan ve hep arkamda duran babam; gözlüğünü burnunun üzerine indirmiş, ayak ayaküstüne atmış, dizlerinde benim pantolonum, dikenli tellere takılıp söktüğüm cebimi diken babam…
Kapıya yanağımı koyup dışarıya bakmaya başladığım zaman yerinden kalkar gelirdi babam. “Hayrola Paşam, durgunsun yine” der, başımı okşar, gözlerime bakardı. O an, o bakış, ellerinin sıcaklığı… Hepsi, dükkânın kapısına yanağımı dayayınca oluverirdi. O kapı, aynı zamanda ekmek kapısı, öyle derdi babam ve hep besmele ile açardı o kapıyı.
Kapının demirine yaslanıp babama ne çok soru sordum ben ve hiç cevapsız kalmadı sorularım. Daha küçücüğüm ve daha tanımadan aşkı, babam emanet ederdi dükkânı. Yine orada, kapının demirine yaslanıp beklerdim babamı. Meşe kömürünün demir ütüde kor haline gelirken havada bıraktığı koku gelip dokunurdu yüreğime. Herhangi bir kokuyu özler mi insan, ben özledim Paşam, o kokuyu özledim, ütünün kumaşa dokununca çıkan ince dumanın gelip ellerimden tutmasını istedim.
Terziydi babam, makası kullanmasını severdim. Sahi bilir misiniz kaç metre kumaştan kaç çocuğun kalbine yelek dikilebileceğini?
İğnelerle, renk renk iplerle, renkli kumaşlarla konuşurdu babam. Sıradan bir kumaş onca ölçüp biçmek, onca prova ve emekten sonra dünyada bir tane olan ve sadece sizin beden ölçülerinize uygun bir takım elbiseye dönüşürdü, “siz” olurdu yani.
Kapının o serinliğinde büyümeyi öğrendim ben öğrendim denirse. Yüreğimin sakinliğine ihtiyacım olduğunda arkamda babam, kapıda ben olduğumu hayal ettim. Acıktığımı da orada hissettim, susadığımı da… “Acıktım” derdim, bir simit alır çay söylerdi babam, bölüşürdüm ve ne çok doyardım o yarımla. Ve şimdi ne çok yarım kaldım…
Uzun saçlarım, siyah gözlerim, sakin bir yüz ve ürkek bir tebessüm… Kapıda durmuşum, dedim ya sadece durgunum. Beni görenler yine gülecek, “hayırlı işler Paşam” diyecekler. Maşallah diyerek dua edecek içlerinden biri. Babam göz ucuyla koruyup kollayacak, çekmeyecek hiç bakışlarını benden ve yüreğimden.
Bahardı mevsim, ütü yapıyor babam, demir ütü ağır ve sıcak, babamın elinde narin bir meltem rüzgârına dönüyor. Kumaşın, sıcak demirle buluşunca çıkardığı kokuyla doluyor dükkânımız. Yanağımı dayamışım yine kapının serinliğine. Yürüyüp geçiyorlar dükkânın önünden amcalar. Kâh yürüyüp kâh duruyorlar. Gönlüm çocuk ben çocuğum. Acıkmışım belki de. “Acıktım” diyecektim, dönüp baktım; yoktu babam, kapı yoktu, demirin serinliği yoktu, yoktu Paşam…