Televizyondan 28 Şubat belgeselini izlerken bundan yirmi dört yıl önce yaşadıklarımız bir bir gözümün önünde canlandı. İnsanlık ve insan hakları adına utandım. Gerek siyasi alanda, gerekse askeri alanda makam işgal etmiş koca koca üniversite tahsilli adamlar ve omuzu kalabalıklar öyle laflar etmişler ki, yüzlerine tüküresim geldi.
“Ben siyaseti bilirim, benim başbakanlığım döneminde başörtüsü problemi yoktu. Çünkü bütün devlet memurlarının kafası açıktı. Üniversitede kafasını açarak okumak istemeyenler Arabistan’a gitsin” diyen Baba(!) Demirel’i dinlerken “Allah senin cehennemdeki santigrat dereceni iki katına çıkarsın” dedim. Bu herif, kırk yıllık siyasi hayatında meydanlarda Kur’an-ı Kerim öpüp muhafazakârların oyunu alarak iktidar olmuştu. Kur’an’ın ifadesiyle “İman edenlerle karşılaştıkları zaman: 'İman ettik' derler. Şeytanlarıyla baş başa kaldıklarında ise, derler ki: ‘Şüphesiz, sizinle beraberiz. Biz onlarla sadece alay ediyoruz” (2Bakara:14) diyerek münafıkça tutum sergileyip siyasi hayatını tamamladı. Dünyada gelinebilecek en üst makama geldi. Cumhurbaşkanı olunca da, halka hiç ihtiyacı kalmadığından dolayı içindeki nifakını iyice açığa vurdu. Sol cenah ve askerle işbirliği yaparak, “Atatürkçülük elden gidiyor, irticacılar geliyor, Türkiye laiktir laik kalacak” naralarıyla, seçimle gelen Merhum Erbakan Başbakanlığındaki hükümete suikast yaptırdı. Ölünce de, Abdullah b. Übey bin Selül gibi olan yaşantısına rağmen cami avlusuna getirilerek “Nasıl bilirdiniz?” sorusuna karşı “İyi bilirdik” yalancı şahitlerinin şehadetiyle namazı kılınarak “Cehennem çukurlarından bir çukura yuvarlandı.”
“Çok kesin ifadeler kullanıyorsun” diyenleriniz olabilir. Unutmayalım ki; “Kişi yaşadığı hâl üzere ölür ve öldüğü hâl üzere dirilir.” (Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, V, 663). Bu milli münafığın kırk yıllık siyasi hayatı, icraatı ve sözleri ortada. Hiç kem küm etmeyelim. “Ölülerimizi hayırla analım” diyerek bize ait olmayan mevtayı sahiplenmeyelim. Abdullah b. Übey b. Selül ne kadar bizim ölümüzse, o da o kadar bizim…
Tek gayesi Türkiye’yi İslam dünyasının lideri yapmak, Amerika ve diğer emperyalist ülkelerin eyalet valiliği konumundan kurtarmak, kendi milli harp sanayiini ve ekonomisini kurarak kendi ayakları üstünde durmasını sağlamak, Müslüman ülkelerden oluşan “İslam birliği”ni kurarak “İslamî vahdeti” gerçekleştirmek olan, vatan ve mukaddesat sevdalısı mücahit Necmettin Erbakan hocamızı MGK’da tek başına “savunan adam” konumunda bırakan bu mukaddes değerlerimizin celladına herhalde rahmet dileyecek değildik.
Ara dönemlerin aranan adamı Mesut Yılmaz’ı da al, ona çal. “Başbakan olarak, 1982’de yayınlanan kılık kıyafet genelgesini tekrar bütün resmi dairelere gönderdim. Kamuda hiçbir başörtülü kalmayacaktır. Benim yönetimimde laiklikten taviz yoktur. İrticaya prim vermem. Siyasi hayatıma da mal olsa sekiz yıllık kesintisiz eğitime geçeceğim” diyerek aynı nakaratı dillendirdi.
“Beşli Çete” diye tarihe geçen sendika ağaları ve görevi, “Fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür” bir nesil yetiştirmek olan ve özgürlüklerin teminatı olması gereken üniversitelerin rektör namlı cübbeli yobazları da hep bir ağızdan “Türkiye laiktir laik kalacak, kahrolsun şeriat” çığlıklarıyla sokaklara taşmışlardı.
Sözün özü şu ki; silahlı kuvvetler, -silahlarını abanın altından göstererek- silahsız kuvvetlere 28 Şubat post modern darbesini yaptırdılar. Muhterem Erbakan hocamızın Başbakanlığındaki meşru hükümeti, bir insanlık suçu olan darbeyle indirdiler. Türkiye’yi, Amerika’nın istediği şekle tekrar döndürdüler.
Daha önceki bir yazımızda “Bugünün insanı, elleriyle yaptığı putlar önünde kurbanlar keserek, adaklar adayarak şirke düşmüyor. Bu, ‘ilkel şirk’tir, tarihte kalmıştır. Bugünün şirki ‘İlkesel’dir. Çağdaş insan, ‘beşerî ilkeleri’ put edinerek ‘İlahî ilkelere’ saldırıyor” demiştik. 28 Şubat sürecinde, İslam’a “irtica” yaftasını vurarak atalarının “laiklik” ilkesini put edinenler, işte bu “İlkesel” müşriklerdendir.
28 Şubatçıların yüzde doksanı kinleriyle öbür dünyayı boylamışlardır. Hepsi de mezarlarına cami avlusunda cenaze namazları(!) kılınarak İzmir marşıyla gönderilmiştir. Çünkü onlar, “İsviçre medeni kanununa göre evlenen, İtalyan ceza yasasına göre cezalandırılan, Alman ceza muhakemeleri yasasına göre yargılanan, Fransız idare hukukuna göre idare edilen ve İslam hukukuna göre gömülen” bir acûbe “Türk vatandaşı” tipidir. Ve bu hallerinden de memnun olarak yaşamışlardır. Hayatlarının, ahirette işe yarayan kısmında İslam yoktur. Aksine İslam’a karşı mücadele vardır. Gâvur gibi yaşayıp maalesef Müslüman gibi defnedilmişlerdir.
Gerçekten tövbe edip de tövbeleri Allah tarafından kabul edilmiş olanlara sözümüz yoktur. Hiç pişmanlık duymayıp kabul edilmiş bir tövbe ile gitmeyenlerin hak ettikleri cezayı çekeceklerinden zerre kadar şüphemiz yoktur. İlahi adalet onlara gereğini mutlaka yapmıştır.
İyi ki ahiret var, cennet ve cehennem var. Ya olmasaydı! Bunlar ve bunlar gibi hain, zalim, münafık ve kâfirlerin tarih boyunca Müslümanlara yaptıkları yanlarına kâr kalsaydı, çekilir miydi? Onun için Müslüman her hâlükârda kazançlıdır. Allah’ın izniyle başarırlarsa zafer elde ederler, kaybederlerse cenneti kazanırlar. Uhud’ta 70 şehit vererek savaşı kaybeden Müslümanlara, Mekke müşrikleri dağın eteğinden “Bedir’in intikamını aldık” diye bağırınca Hz. Ömer’in “Sizin ölüleriniz cehennemi boylarken bizimkiler cennete gitmiştir” dediği gibi…
Yeter ki Müslümanlar Allah rızası dışına kaymasınlar, kaybetseler de kazansalar da kârdadır. Çünkü biz iki dünyalıyız. Bu dünyada kaybetsek bile ahirette kazanırız. Yeter ki biz seferden geri kalmayalım, gayret ve heyecanımızı kaybetmeyelim, ihlastan ayrılmayalım.
İşte 28 Şubat darbesi, iktidar mevkiini, insanlara hizmet etme yeri olarak değil de “ikbal” ve putlaştırdıkları bâtıl ideolojilerini hâkim kılmak için “tahakküm” makamı olarak görüp, siyaset sanatından soyutlanarak, diktatörlük batağına batmış olanların, nasıl “kurt”luk yaptıklarının resmidir. Ahlakî değer tanımayan politika hastalığından kurtulup, “millete hizmet sanatı” olan siyaset ahlakına sahip olana kadar bu “kurt dalışları” olacak demektir. Allah, dürüst siyaset yapanları başımızdan eksik etmesin.