Merhum Vehbe Zuhayli’nin Konya’daki tebliği

İşte 1996 yılında finansla ilgili sunumu….
Merhum Vehbe Zuhayli’nin Konya’daki tebliği

Hafta sonu vefat eden Fıkıhçı Vehbe Zuhayli Türkiye’de “İslam Fıkhı Ansiklopedisi” ile tanıyordu. Zuhayli 1996 yılında Konya’da Kombassan öncülüğünde düzenlenen İslam Ticaret Hukuku kongresine de katılmıştı.

Merhum Vehbe Zuhayli’nin o gün Finans ve Borsa oturumunda yine  Finans ve Borsa başlıklı tebliğini yayınlıyoruz.

Prof. Dr. Vehbe ez-ZUHAYLÎ GİRİŞ

 Hamd tek olan Allah'a, salat ve selam da kendisinden sonra peygamber gelmeyecek kişiye olsun. Çağdaş muamelelerde İslâm hukukuna göre haram-helal hükümlerini bilmek, Allah'ın dinine ve hükümlerine saygı duyan her müslüman için yararlı ve mutlaka gereklidir. Konunun önemi finans ve borsa alanında, bunlar incelikli hükümler taşıdığından ve birçok kişiye karmaşık göründüğünden hem teorik hem de pratik açıdan bir kat daha artmaktadır. Çünkü bunlar her ne kadar adâlet esasına dayanıyor görünse de, gerçekte ribayı ve faizi haram kılıp ona giden yollan kapayan, ayrıca en geniş biçimiyle adâlete vurgu yapıp haksızlığı, ihtiyaçları istismar etmeyi ve fakirlik probleminin devam etmesine katkıda bulunmayı yasaklayan; bütün toplumun zarar göreceği menfezleri ve bazen faizli muamelelerden kaynaklanan enflasyon olayını kontrol altına alan İslâm hukuku ilkeleriyle çatışmaktadır. Diğer taraftan İslâm karz-ı hasen, yardımlaşma sigortası, malî akitlerin sorumluluklarını adâlet ve eşitlik öl­ çüsünde akdin her iki tarafına paylaştırma, kân sırf bir tarafa verip, zararı da bir tarafa yüklemeyip aksine kâr ve zararı her iki tarafa dağıtarak zaran giderip, tarafların müşterek faydalarını temin etme suretiyle yardımlaşma ve dayanışma ruhunun yayılmasını teşvik etmiştir. Bu tebliğde şu konular ele alınacaktır: I. Devletin, enflasyon oranına göre yüksek veya düşük faizle verdiği üretim kredilerini kullanmak caiz midir? II. Teminat mektubu ve bunun kullanılması Islâma uygun mudur? III. İhracat işlemleri için bankada akreditif açmak, İslâmî muamele çerçevesinde düşünülebilir mi? IV. Kredi kartlarına ilişkin hükümler nelerdir? V. Özel finans kurumlannm uyguladığı şu muamelelerin hükümleri nelerdir: A. Finansal Kiralama (Leasing) B. Kâr-zarar ortaklığı C. Mudârabe D. Müşârake  Murâbaha Şimdi bu soruların cevaplarına geçelim I. Enflasyon oranına göre devletin yüksek veya düşük faizle verdiği üretim kredilerini kullanmak caiz midir? İslâm hukukundaki yerleşik hükme göre ve ister tüketim ister üretim için olsun kredilerde faiz (ribe'1-fadl ve ribe'n-nesîe) haramdır. Şayet bir kredi sözleşmesi açıkça, zamana bağlı olarak artan bir faiz unsuru içerirse bu, o anlaşmayı fâsid, haram hale getirir. Krediyi alan kişi temerrüd yoluyla veya acze düşerek borcunu ödemese de durum değişmez. Enflasyon sebebiyle bile olsa riba içeren üretim kredileri kullanmak haramdır. Islâmm hükümleri hem devlete, hem topluma ve ferde şamil olduğundan bu hüküm, fertlerin kendi aralarında yaptıkları muamelelerde de, devlet ile fertler arasındaki muamelelerde de böyledir. Aynı şekilde enflasyonla ve piyasalardaki nakit paraların alım gücünün düşmesiyle mücadele sadedinde ilk planda gerekli bir adâleti gözetmek gibi görünse de hüküm değişmez. Çünkü bizzat faiz sistemi ve onun zamanla değişimi üzerine muamele yapmakla sözleşme haram ve fasit olur. Fakat üretim kredilerine olan ihtiyacın, enflasyon sebebiyle paranın kıymetinin azalıp çoğalması gibi değişikliklerden hareketle şu yolla ger­ çekleştirilmesi mümkündür: Kredi alan kişi borcunu, satım akdinde akit gü­ nündeki kıymetiyle, karz akdinde ise krediyi kabzettiği gündeki kıymetiyle aradaki dalgalanmalardan etkilenmeden tam olarak öder. Bu yol: a) Bir taraftan Hanefî mezhebinde müftâ bih olan görüşü almaya dayanır ki İmam Ebu Yusuf paranın değişmesi veya enflasyon meselesinde böyle bir görüş ileri sürmüştür (1). b) Diğer taraftan hukukî zaruret ve genel ihtiyaç gereği davranmaya, Hz. Peygamber'in Sünnetinde açıklanan tabiî afetlerle ilgili hükümden istifadeye dayanmaktadır. Nitekim Mâlikîlerle zâhir görüşlerinde Hanbeliler ve sonraki Hanbelî hukukçulardan İbn Teymiyye ve İbn Kayyım da bu gö­ rüştedir (2). Tabiî afetle ilgili durum şudur: Soğuk, kıtlık, susuzluk, tarımsal hastalıklar vs. gibi semâvî âfetlere maruz kaldığında eğer bu âfet meyve mahsulünün 1/3 (üçte bir) veya daha çoğuna isabet ederse satıma konu olan meyve parasından bir kısmı düşürülür. Bu şer'î hükmün konumuza dönük uygulama biçimi de şudur: Kredi geri ödenirken krediyi kabz günündeki nakit kıymetine denk biçimde ödenir. Bu kıymet de ya altına endekslenerek -ki altın, kağıt paranın hukuken esasını teşkil eder- ya da bazı iktisatçılar onun da değeri değişiyor diye karşı çıksa da piyasalarda fiilen hakim olduğundan dolayı Amerikan do­larına endekslenir. Söz konusu endeksleme, kabz günündeki kağıt para de­ ğerine göre devletin merkez bankası marifetiyle de yapılabilir. II. Teminat Mektubu ve Bunun Kullanılması İslâm'a Uygun mudur? Teminat mektubu, işi yapan kimsenin belli bir süre içinde sorumluluklarını yerine getirmemesi halinde bankanın üçüncü tarafa belli bir ödemede bulunmayı taahhüt etmesidir. Bir başka ifadeyle banka tarafından, teminat talebinde bulunan kimsenin karşı tarafa yönelik sorumlulukları yerine getirmemesi durumunda karşı tarafın isteğine bağlı olarak teminat isteyen kişi adına bankanın belli bir meblağ ödemeyi kabulü taahhüdüne teminat mektubu denmektedir (3). İstifade edenler açısından teminat mektubu, ilk teminat ve son teminat mektubu şeklinde ikiye ayrılırken ipotekli olup olmaması bakımından da ikiye ayrılmaktadır.

A. İlk (Geçici) Teminat Mektubu Bu, istifade edecek şahsa yönelik resmî veya gayr-ı resmî bir taahhüttür ki, bununla teminat mektubu taleb eden kişinin de rekabet ederek bir ihaleye girebilmesi için, işin bedelinden belli bir meblağ ödemek garanti edilmiş olur. Böylece eğer ihale o kişide kalmışsa, gerekleri yerine getirmediği zaman o tayin edilen meblağı ödemek durumunda kalır. Bu uygulama, yararlanan kişiyi güvence altına alan "ilk sigorta"ya benzemektedir ve devlet işlerine yönelik tahminî ihale bedellerine hastır. Tazminat miktarı ihale bedelinin % l'i veya fazlası oranında olur. Geçerlilik süresi de genellikle üç ay olup, istifade eden kişinin resmen iadesi söz konusu olmadıkça iptal edilemez. B. Son (Kesin) Teminat Mektubu Müteahhidin, akdin gereklerini yerine getirmedeki kusuru kar­ şılığında iş yaptığı resmî veya gayrı resmî kişiler lehine ihale veya proje bedelinin % 5'i nisbetinde ödemede bulunması taahhüdüdür. Süresi bir tam yıl veya daha fazla olabilir. Burada güdülen amaç, karşı tarafın güvence içinde olmasıdır. İhtiyaç halindeki "son sigorta" mesabesinde olan uygulama, ancak istifade eden tarafın resmî mektubu ile sona erer. Bu tip uygulama, hükümet, şirket veya diğerleriyle akdedilen mübrem sözleşmelerin gereğini hakkıyla yerine getirme garantisine hastır (4). C. Karşılığı Olan Teminat Teminat talep eden kişi bankada cârî, yatırım veya başka bir hesabı bulunması halinde ithalat işlemlerinde veya ihaleye girebilmek için kullanmak üzere bankadan teminat mektubu ister. İşte bu, aynı zamanda kefâlet anlamı da taşıyan bir vekâlet işlemidir. Zira teminat verilen, teminatın hepsini veya bir kısmını ödemiş olmaktadır. Bu durumda teminatı veren (garantör) teminat verilenin karşı tarafla ilişkilerinde vekili durumuna gelmektedir. Zira teminat verilen kişi bu yolla sorumluluklarını yerine getirmektedir. D. Karşılığı Olmayan (Açık) Teminat Bunda ise teminat mektubu isteyen kimsenin bankada, alacağı teminat mektubundaki kıymeti karşılayacak herhangi bir hesabı yoktur. Öyleyse burada bir vekâlet işlemi sözkonusudur. Şer'î Hükmü Çağdaş araştırmacılar, İslâmî teşekküllerin fetva kurulları ve fıkıh akademileri, karşılığı olan teminat ile karşılığı olmayan teminatı birbirinden ayırmaktadırlar. Toplam veya kısmî karşılığın bulunması durumunda bankanın yaptığı hizmetlerden dolayı ücret alması caizdir. Banka, istifade eden tarafa ödemede bulunduğu zaman bu ücreti, teminat altına alınan (madmûn anh) maldan dolayı alırken; eğer ödeme yapmamışsa o takdirde de malı muhafaza edip verdiği hizmetlerden dolayı almaktadır. Bu cevaz, ücretle vekâletin caiz oluşuna dayanmaktadır ki, banka vekâlet görevini yerine getirmektedir. Karşılığı olmayan teminat mektubuna gelince, sadece teminattan dolayı ücret almak caiz değildir. Çünkü kefâlet veya teminat akitleri teberru/ karşılıksız akitlerdir. Kefilin teminat tutarını ödemesi (ve karşılığında ücret alması) halinde bu fiili, kredi alanın aleyhine kredi verene menfaat sağ­ layan bir karz akdine benzer ki bu, şer'an haramdır. Teminat tutarını ödemediği halde sırf kefâlet akdine karşılık aldığı ücret de caiz değildir. Çünkü kefâlet teberru akitlerindendir. Bankanın bu durumda ücret alması olsa olsa sadece idari hizmetler ve yaptığı masraflar karşılığında caiz olabilir, ivaz karşılığında herhangi bir artış söz konusu olmadığından bu son durumdaki ücret faiz sayılmaz; ücreti takdirde suistimal (aşınlık) olmaması ve benzer hizmetlere ödenen ücretleri aşmaması şartıyla sadece yapılan işin ücreti olmuş olur. Islâm Fıkıh Akademisi de Cidde'de 10-16 Rabîussâni 1406/22-28 Aralık 1985 tarihlerindeki ikinci toplantısında 12 nolu kararıyla karşılığı olan ve olmayan teminatı birbirinden ayırarak değerlendirmiş ve şu kararı almıştır: "Teminat mektubu konusunu ele alarak bu konuda hazırlanan araş­ tırma ve incelemeleri gözden geçirmiş ve yapılan kapsamlı tartışma ve gö­ rüşmeler sonucunda şu hususları tesbit etmiştir:

1. Kesin ve geçici türleriyle teminat mektubu maddî bir karşılığı olan ya da karşılığı olmayan (açık) teminat olmak üzere iki çeşittir. Bunlardan karşılıksız teminat mektubu mevcut ya da ilerde oluşacak bir borç hususunda garantör ile üçüncü kişinin (hakkında teminat verilen tarafın) zimmetlerinin (sorumluluklarının) birleştirilmesi anlamını taşır ki bu, gerçekte İslâm hukukunda Kefâlet ya da Damân adıyla bilinen işlemdir. Teminat mektubunun karşılığı varsa bu durumda teminat isteyen (muhâtap) ile teminat veren (garantör) arasında ilişki vekâlet akdidir. Kefâletten yararlanan tarafın lehine olmak üzere kefâlet ilişkisi varlığını korurken vekâlet ise, -gerek ücretsiz gerek ücretli olarak yapılsın- geçerli olur. 2. Kefalet iyilik ve yardım gayeli bir teberru akdidir. İslâm hukukçuları kefâletten dolayı bir bedel almanın câiz olmadığını belirtmişlerdir. Zirâ kefilin kefâlet bedelini ödemesi halinde bu akid ödünç verenin menfaat elde ettiği bir ödünç sözleşmesine benzer ki bu, İslâm hukukunda yasaklanmıştır. Bu hususlar ışığında Akademi şu kararlan almıştır: 1. Karşılığı olsun veya olmasın teminat mektubu ile sağlanan garantörlük mukabilinde ücret almak câiz değildir (ki genelde bu ücret belirlenirken garanti miktarı ve süresi dikkate alınır). 2. Her iki çeşit teminat mektubunu çıkarmak için yapılan idarî masrafların karşılanması ise şer’an câizdir. Ancak burada ecr-i misil smınnı (benzer hizmetlere ödenen meblağı) aşmamaya dikkat edilmelidir. Borcun tümü veya bir kısmı garanti edilirken, teminat mektubu çıkarmak için gereken masraflann hesaplanmasında, bu teminatın ödenmesi işinin gerektireceği meblağ dikkate alınabilir. Doğruyu en iyi bilen Allah'tır. Yukandaki karardan da anlaşılacağı üzere sırf garanti vermeye dayanan teminat mektubu kesinlikle caiz değildir. Caiz olan husus, mektubu verme sırasındaki idare masraflarım almaktır. Bu da teminatın, "karşılığı olan bir teminat" olması ve normal işlem ücretini aşmaması şartına bağ­ lıdır. Al Baraka Kurumu'nun 1405’te Tunus'ta düzenlediği ikinci toplantısında 12 numarayla çıkan fetvada da şu husus belirlenmiştir: "Verdiği teminat mektubuna karşılık yatırılan bedeli İslâm Bankasının, mudârebe yoluyla ve diğer mûdîlere uygulanan şartların aynısıyla işletmesi caizdir." Yani teminat mektubuna karşılık verilen bedel, yatıranın lehine işleyen bir yatırım vedîası (hesabı) mesabesinde kabul edilmekte, yatınmcmın kâra olan ortaklığı da tıpkı diğer yatırımcılar oranında olmaktadır. İhracat işlemleri için bankada akreditif açmak, İslâmî muamele çerçevesinde düşünülebilir mi? İthalatçı ile ihracatçının beraberce menfaatini korumak için uluslararası ticarî muamelelerde en yaygın ve en önemli ödeme biçimi olan akreditif, banka hesabından, istifade eden kişi yani satıcı lehine, akreditif isteyen kişinin yani müşterinin akreditif talebine binaen güvence verilmesidir. Bu yolla banka, satıcının tasarrufu dahilinde belli bir meblağı tekeffül ettiğini ilan etmiş olur ve belli süre içinde belli malların nakliyatını beyan eden senetler mukabilinde satıcıya ödemede bulunur. Akreditif, ihracat akreditifi ve ithalat akreditifi olarak ikiye ayrılır (5). Fıkhı Keyfiyeti Bu bir ücretli vekâlet akdidir. Bu durumda banka akreditif açana yani müşteriye göre vekil konumundadır. Ancak söz konusu vekâlet akdi, kendisiyle de ilgili olması açısından satıcının onayı alınmadan bozulamaz. Banka, müşterinin malı aldığı zaman satıcıya ödemesi gerekli borcu taahhüt eder. Taahhüdüne binaen banka malın teslim alındığını gösteren evrakı ithalatçıdan alır ve ithalatçı ile ihracatçının üzerinde anlaştığı şartlara göre sadece bu tesellüm evrakına dayanarak malın bedelini öder. Müşterinin ödemesi gerekli parayı, kendisine tesellüm evrakı ulaş­ tığında bankanın ödemesi caiz bir işlemdir. Banka, ödemeyi ister müş­ terinin kendisinde mevcut hesabından, isterse kendi malından yapsın fark etmez. Yalnız son durumda (yani bankanın kendi malından borcu ödemesi halinde) müşteri bankaya yapılan ödeme miktarmca borçlanmış olur. İşlemlerde bankanın aldığı ücret, verdiği hizmetlere karşılık sayılır. Zira banka, tıpkı çamaşırcı ve boyacıda olduğu gibi belli bir hizmeti gören işçi hükmünde sayılır. Bankanın ihracatçıya ödediği mal bedelinden ipoteksiz olan meblağın faidesine gelince: Muhammed Bâkır es-Sadr'a göre bu faide, satım akdindeki şart esası gözönüne alınarak caiz sayılmıştır. Şöyle ki ihracatçı ithal eden kişiye, bedeli ödeyen banka lehine karz akdinin değil satım akdinin bir hükmü olarak belli bir meblağ yatırmasını şart koşar. Bu haram olan ribevî bir fazlalık değildir. Çünkü bu meblağın yatırılmasını öngörmek, karz akdi değil satım akdi hükmündedir (6). Fakat hadisenin böyle tasavvuruna ve düşünülmesine rağmen bana göre bu yol garip, hileli ve bankacılık muamelelerinde alışılagelen uygulamalara ters görünmektedir. Çünkü banka genellikle bu tür işlemlerde faiz de ekleyerek belli bir meblağ alacağını açıklar. Faizin açıkça tasrih edildiği her işlem de zaten haramdır, meşru değildir.

Dolayısıyla akreditif faizleri dinen/hukuken yasaktır. Bu işlemlere ancak, şer'î ilkeleri tam olarak gerçekleşen bir zaruret halinde mubah sayılıp ruhsat verilebilir. Mesela işadamının uluslararası ticarette fiilen yerleşmiş bulunan bu yollarla mal ithal etmediği takdirde helak durumunun kuvvetle muhtemel olması, böyle bir zaruretin örneğidir. IV. Kredi kartlarıyla ilgili hükümler nelerdir? Tanım ve Faydası Kredi kartı,-çıkaran kurumun aralarındaki sözleşmeye binaen hakikî veya hükmî şahıslara verdiği ve onların mal alıp satmasına veya başka hizmetleri elde etmelerine imkân tanıyan teminat senedidir. Bunun faydası, bankadan kredi kartını veren tarafın hesabına para çekilmesinde kendisini gösterir. Para taşıma yerine kredi kartı kullanmak artık özellikle Batı ülkelerinde ve kimi müslümanlar arasında yaygınlaşmış » durumdadır. Kredi kartı sayesinde benzin istasyonlarında, otellerde, lokantalarda, hastane ve diğer yerlerde kartın numarası ve kart sahibinin hizmet faturası veya alış fişindeki imzası alınarak satıcıya veya hizmet gören kimseye borçlar ödenebilmektedir. Kartların kullanıcısına da faydası vardır; çünkü böylece para ta­ şımaktan, tedavül tehlikesinden ve hırsızlık ya da kaybolmaya maruz kalmasından kurtulmaktadır. İhtiyaç duyduğu maddeyi alabilmekte ve hangi cins para olursa olsun onunla borcunu kolayca ödeyebilmektedir. Bazı kredi kartları, muamele yaptığı banka şubelerinden bir miktar para çekmeye de yetki tanımaktadır. Kredi kartını taşıyan kişi fiyat indirimlerinden istifade ederken, altın kartlarda olduğu gibi bazen sahibini hayat sigortalısı da yapmaktadır. Hattâ bazen kartlar, sayılan artsın diye kullanıcılanna kura yoluyla hediyeler ve ödüller de sunmaktadır. Kartın kaybolması, taşıyıcısı durumu derhal veren kuruma bildirdiğinde belli bir maddî yükümlülük doğurmaktadır. Banka, dışarıdan para çekmelerde % 1 veya daha fazla ya da az oranda ücret almaktadır. Tüccar için faydası ise yeni müşteriler celbetmekte, çok para taşıma tehlikesini azaltmakta, gerekli belgeleri takdim anında bankanın tüccara hak edilen ödemeyi yapmasında kendisini gösterir. Banka için faydasına gelince: Kredi kartlannın ilk veriliş, yenileniş ve değiştiriliş gelirlerinden/resimlerinden, bir oranda tüccardan elde ettiği mal bedellerinden, kambiyo işlemlerinden, gecikme cezalarından, bir ölçüde belli miktarda para çekildiğinde elektronik cihazlarının kullanımına ve on line havale işlemine mukabil aldığı bedellerden, yabancı kredi kartlanna yaptığı ödemelerden aldığı ücretlerden istifade eder. Çeşitleri: Veren tarafla anlaşmaya göre kredi kartlan çeşitli kısımlara ayrılmaktadır: a. Karşılığında iştirak resmi alınanlar, b. Karşılığında iştirak resmi alınmayanlar, c. Veren bankada hesap açmayı gerektirenler, d. Veren bankada hesap açmayı gerektirmeyenler, e. Kullanımdan sonra bir ay içinde ödemeyi gerektirenler, f. Kullanımdan sonra bir ay içinde ödemeyi gerektirmeyenler, Eğer hemen ödenmezse üzerine faiz eklenir. g. Her tutar için belli bir süre içinde derhal ödemeyi gerektirenler, h. Bunu gerektirmeyip tutan, belli süreli taksitlere bölenler. Kartlann değerleri de imtiyazının yükseklik ve normalliğine göre de­ ğişmektedir. "Altın kart, elmas kart, yeşil kart" gibi ki birincisinin kredi tavanı sınırlı değildir. Şer'î Yönü Şer'î yönü belirlemek için kredi kartlanndaki resimlerin (vergilerin) hükmünü ve yapılan ödemeye oranla bankanın aldığı meblağın hükmünü beyan etmek gerekmektedir. Ortaklık (iştirak) resmi, kaybolma, telef etme veya çaldırma durumunda yenileme ve değiştirme resimleri, kartı veren kurumun yerine getirdiği bir işin veya sunduğu bir menfaatin ücreti olması itibariyle caizdir. Bu durum, belli bir ücret karşılığında bankacılık hizmetlerini sunmaktan ibarettir. Bankanın mal veya hizmet bedellerine nisbetle para almasına gelince: Bu, kartı veren bankaya ödenen aracılık (simsarlık) ücreti olarak de­ ğerlendirilmesi itibariyle caizdir, ister her iki taraf ödesin, isterse sadece tüccar ödesin. Hattâ kartı kullananın bankada hesabı olmasa da böyledir. O takdirde faizsiz ve ücretsiz olarak bedelin ödenmesi karz-ı hasen olur. Aynı şekilde kartı veren bankanın aldığı ücreti, şehir/ülke dışında kart sahibinin bankadan istifade etmesinden dolayı havale bedeli olarak kabul etmek de mümkündür. Bir başka yönden bu, vekâlet ücreti olarak da değerlendirilebilir. Nitekim vekil ile alacaklı, alacaklının kendi hakkının bir kısmından feragat etmesi suretiyle sulh olabilirler. Fakat banka ödemeleri yapmayı üstlenmesine karşılık krediden bir fazlalık alırsa veya kartı kullananın belli süre içinde ödemeyi geciktirmesinden dolayı bir faide alırsa, riba veya ğarar söz konusu ola­cağından bu muamele haramdır. Kredi karşılığında ücret almak caiz de­ ğildir (7). Kredi kartıyla işlem yapmanın cevazının şartları Fetva kurulları kredi kartı ile yapılan akitleri aşağıdaki şartlar uyarınca onaylamışlardır: 1. Akit, riba ve ğarar gibi dinen haram olan unsurları içermemelidir. Akitde karşılıklı riba alıp vermeye veya faide ödemeye delâlet eden bir husus veya ğarar - yani bir şeyin varlığı veya yokluğu ihtimali -varsa mesela kartı veren tarafa dilediği zaman şartlan değiştirme hakkını vermek ve kart sahibinin de bu değişiklikleri kabul etmeyi taahhüt etmesi gibi - bulunursa akit haram olur ve kişinin haklarını çiğner hale gelir. Aynı şekilde akit, hayat sigortasını da içerirse yine ğarar olduğundan dolayı haram sayılır. Eğer kartı kullanan kimse faide ödeme tehlikesine düşmeden borcunu zamanında öderse haramdan kurtulmuş olur. 2. Kartı veren ile tüccar arasındaki ilişki sadece havale ilişkisi ile sı­ nırlı kalmalıdır. Bu durumda kartı veren muhalün aleyh, kartı taşıyan muhîl, tüccar da onun alacaklısı olmuş olur. 3. Kart, sadece bir ay (30 gün) süre ile karşılıksız kredi vermeye has olmalıdır, yeni borç firsatı doğurmamalıdır. Kartı kullanan borcunu ödemekte gevşeklik gösterirse üyeliğine son verilir, bununla birlikte mali bir ceza da gerekmez. Gevşeklik gösterenlerin cezalandmlması cezâî şartlarla yapılabilir, mesela başka bir kart almasına engel olacak veya banka finansmanından istifade edemiyecek sonuçlar doğuran bir işlem olarak isminin kara listeye alınması gibi. Borçlu kartdan gecikme bedeli almak ise haramdır. 4. Kredi kartı alırken yapılan sözleşmede, kart sahibinin satın aldığı malı aynı satıcıya tekrar satmasına izin verilmeyeceği belirtilmelidir ki, kart bey'u'l-îne veya tevarruka âlet olmakla ribaya ve nakit para elde etmeye aracılık yapmasın. 5. Kartı kullanan, karşılıksız olarak güvenden istifade etmelidir. Çünkü ortaklık resmini ödemek, aradaki ilişkinin muâvada temeline oturmasını sağlar. Muâvada akitlerinde ise ğararın, büyük bilinmezliğin ve borçlarda riba şüphesinin bulunması şarttır. Kartı veren tarafın ribadan ka­ çınmak amacıyla tüccardan aldığı ücretin oranını artırmasında bir sakınca yoktur. 6. Kartı veren bankanın aralarında nzayla ittifak ettikleri oranda tüccann faturasında mesela % 1 gibi yüzdelik nisbetlerle aldığı ücret, ödeme vekâletine karşılık alınan ücret sayılır. Bu, tüccarın hakkının bir kısmından vazgeçmesi esasına dayanır. Tüccar, kart sahibine satış yaptığı için bundan aynca da istifade eder (8).  Özel Finans Kuramlarının Yaptığı Muameleler Çağdaş îslâm bankaları bazı yatırım projelerini finanse etmek üzere çalışanlarıyla (karşı tarafla) sözleşmeler yapmakta veya araba alıp satmakta, meskenler bina etmektedir. Bunları dinen mubah olan mudârabe, müşârake, murâbaha gibi akitlere dayanarak yürütmektedir. Bu bankalar söz konusu işlemlerde bir hayli başarı kazanmışlar, insanları diğer bankalardan alman faizli kredileri ödeme sıkıntısına düşürmeden onların arzularını gerçekleştirmişlerdir.

İslâm bankalarının yürüttüğü belli başlı işlemler şunlardır: 1. Finansal Kiralama (Leasing) Bu işlem; ekipman, bina veya menfaat sağlayan eşyalar üzerine belli bir ücret karşılığında yapılan kiralama akdinden ibarettir ki, icare (kiralama) müddetinin sonunda veya içinde belli bir bedel karşılığında o araç- gereç veya binalara kiracının malik olacağı yönünde kiralayan ile kiracı arasında sağlanmış bir sözleşmeyi ihtiva eder. Akit icare akdi olarak devam eder, sonra satım akdi olarak sona erer. Bu akit, İslâm bankalarının kendisiyle iş yapan kimsenin araç gereç veya gayr-i menkule sahip olma isteğini gerçekleştirmek için uyguladığı uzun vadeli bir finansman vesilesi sayılırken, aynı zamanda taraflar icare akdinin şart ve ilkelerine riayet ettikleri takdirde meşru bir yatırım şeklidir de. Bu şartların bir kısmı şunlardır: a. Bir defada veya periyodik taksitlerle ödenecek belli bir ücret üzerinde anlaşmak. b. Kiralayanın (finans kurumunun) kiralanan malın kendisinden kaynaklanan sabit bakım ve onarım giderlerini karşılaması. Kiracının kullanmasından doğan arızalar kiracının sorumluluğundadır. c. Kiracının kasıt ve ihmali olmadığı sürece kiralanan malın helak veya ayıp/kusur yükünü kiralayanın taşıması. Eğer kiracının kasıt veya ihmalinden kaynaklanırsa sorumluluk onu bağlayacaktır. d. Gerekirse kiralanan malın sigorta işlemleri ve primlerinin ödenmesi kiralayana aittir. Fakat sigorta işlemlerini kiracının yapmasına da bir engel yoktur. Öyleyse, üzerinde akit yapılan menfaatin tam elde edilebilmesini sağ­ layacak temel bakım ve onarım yükü kiralayana, kullanımdan doğan veya periyodik bakım ve onanmlar ise kiracıya aittir ve bu, ücretten sayılır. Bu ikili ayırım Kuveyt Finans Kurumunun 3. Fıkıh Toplantısı’nda alınan fetvaların 5. bendinin 2 ve 3. fetvasında tasrih edilmiştir. Şöyle ki, a. Kiralayan, inşâî veya tahsînî onarımdan ancak akitte şart ko­ şulmuşsa sorumludur. b. Arıza eğer akitten sonra ortaya çıkmışsa veya akit öncesinde bulunduğu halde kiracının gözünden kaçmışsa, kiracının o maldan tam istifadesini sağlamak için zarurî onanmlar kiralayana aittir. Fakat akitten önce olup üstelik kiracının da fark ettiği eksiklerinin giderilmesinde kiralayanın sorumluluğu ancak akit esnasında şart koşulmuşsa sözkonusu olur. Eğer kiralayan, üzerine düşen onarımları yaparsa kiracının akdi feshetme yetkisi yoktur. c. Prensip gereği, kiralayanın kiralanan malın kendisinde ortaya çı­ kacak bozuklukların bakım ve onarımını kiracının yapmasını şart koşması caiz değildir. Eğer böyle bir şartla akit yapılmışsa bilinmezlikten (cehâletten) dolayı fasit olur. Bu durumdan şu noktalar istisna edilir: i. Kullanım dolayısıyla bakım ve onarım: Kiralanan malın sürekli kullanılmasından dolayı gereken servis giderleri, mesela âlet ve makinalann yağlanması gibi. ii. Periyodik bakım ve onarım: Kiralanan eşyanın kendisinden beklenen yaran sürekli sunmasını sağlamak için yapılan bakım ve onanmdır. iii. Nitelik veya miktar olarak akitte zikredilen veya örfen bilinen bakım. İster sadece bir bakımdan ibaret olsun, isterse bazı maddeler veya yedek parçalar kullanılsın fark etmez. Çünkü bu kabil şeyler, alınan malum bir ücret mesabesindedir. iiii. Kiralayan kişi akit sırasında veya daha sonra kiralanan eşya üzerinde kiracının muayyen onanmlan yapmasına izin verecek olursa kiracı bu onanmlan yapabilir. Sonra yaptığı harcamayı geri almak üzere aksini şart koşmadığı sürece kiralayana müracaat eder. Kiracı, kiralayanın izni olmadan kiralanan eşyada herhangi bir bakım ve onanmda bulunmuşsa bu takdirde kiracının kiralayana müracaat hakkı yoktur, yaptığı harcamayı kendi cebinden yapmış olur. Ekipman veya gayri menkullerin sahibinden satın alınıp sonra leasing yoluyla tekrar kendisine kiralanmasına gelince bu da satım akdi ile icare akdinin birbirine bağlanmaması şartıyla caizdir. Yani iki akitten her biri diğerine bağlı olmamalı, bir başka ifadeyle icare akdi içinde satım akdi de bulunmamalıdır. Çünkü bir alış-veriş içinde iki alış veriş veya hem akit hem şart hukuken yasaklanmıştır. Ayrıca kabzedilmeyen şeyin kân da yasaklanmıştır. Yasaklamadaki hikmet, başka bir akit hesabına bir akitle menfaat elde edilmesine engel olmaktır.

Fakat önce satım sonra kiralama akdi yapıp daha sonra da satım veya hibe yoluyla temlik vaadleşmesi yapmak suretiyle ayrı ayn bağımsız adımlar atmanın bir sakıncası yoktur. Çünkü vaadleşme, tazmin sorumluluğu olmadığından ve sorumluluk fiilî mâlikin yani kiralayanın omuzlarında bulunduğundan akit derecesinde bir bağlayıcılığa sahip değildir. Vaadleşmede diğer tarafın sorumluluğu sadece fiilî zaran tazmin etmekten ibarettir. Icare süresinin bitiminde hibe yoluyla temlik de hukuken caizdir. İcare müddeti içinde de anlaşılan bir karşılık üzerinden ekipmanların kiracıya satılması da caizdir ki, bu son durumda üzerinde anlaşılan miktar genellikle geride kalan taksit tutarıdır. Böyle bir işlem yapılınca önceki icare akdi sona ermiş olur. İslâm Fıkıh Akademisinin 1409/1988 yılındaki 5. döneminde alman 6 numaralı karar da şunu dile getirmektedir: "Tercihe şayan olan, finansal kiralama biçimleri yerine aşağıda ikisine işaret edilecek olan başka alternatifterle yetinmektir: a. Yeterli teminat sağlanıp taksitli satış yapmak b. Kiralayanın kiracıya, kira süresi içinde hak kazanılan bütün kira taksitlerinin ifası bittikten sonra şu üç seçimlik yetkiden birisini tanıması şartıyla kira sözleşmesi yapmak. • Kira müddetini uzatmak • Kira akdini sona erdirmek ve kiralanan şeyi sahibine iade etmek • Kira müddeti bittiğinde kiralanan şeyi piyasa fiyatı üzerinden satın almak". Daha önce de açıkladığım gibi satım akdinin kiralama akdinden ayrılması daha iyi olur. Temlik ameliyesinin halen malik olan kimse ile kiracı arasında müstakil bir satım akdi ile tamamlanması gerekir. Ak^in, başka bir akit şartı taşıması veya icare akdinin sonunda kiralanan malın satılmasını taahhüt şartı taşıması caiz değildir. 2. Kâr-zarar esasına bağlı ortaklık İslâm hukukunda bütün sözleşmeler adâlet esasına dayanır. Hak ve sorumluluklar muâvada akitlerinde karşılıklı adâlet ilkesince akdin her iki tarafına paylaştmlır. Ortaklıklarda da istifade edilen haklar, yerine getirilen görevlere karşılık olmalıdır. Ortaklıklarda kâr ve zarann dağıtılması şu kaideye göre olur: "Kâr tarafların anlaşmasına göredir, zarar ise sermaye oranında olur." Dolayısıyla kâr, eşit veya farklı olabilir. Yani ortaklann yaptığı iş, tecrübe, maharet ve ustalık farklanna göre kârdan farklı oranlarda hisse almaları caizdir. Zira ortaklardan biri, diğerine göre daha mahir, daha iyi görüşlü, daha iyi çalışır olabilir. Öyleyse ortağına göre kârdan daha fazla hak eder. Zarar ise herkesin ittifakına göre sermaye oranında paylaşılır (9). Şirket, Hanefî fakihlerin tarif ettiği gibi iki ortağın sermaye ve kâr konusunda bir sözleşme yapmasından ibarettir. Şirketler eskiden de günümüzde de ya maldaki ortaklık esasına göre veya iş ve tasarruftaki ortaklık esasına göre ya da tazminat sorumluluğuna göre çeşitli bölümlere ayrılmaktadır: Inân şirketi, mufâvada şirketi, atölyelerdeki işler alanında ebdân veya a'mâl şirketi, şahsî itibara dayanarak bedelini sonra ödemek üzere mal alıp peşin satma esasına dayanan vücûh veya zimem şirketi gibi. Bu sonuncusunda kâr, mülkdeki hisse oranındadır ve mal veya iş karşılığında satılan malın parasını tazmindeki miktar oranınca hak sahibi olunur. Tazmin sorumluluğu da mülkiyetteki hisse oranında olur, kâr da buna göre tesbit edilir. Tazmin sorumluluğu oranını aşan kâr, karşılıksız bir fazlalık olduğundan caiz değildir. Zarara katlanmak ise her bir ortağın tazmin sorumluluğu oranına göredir. Amel şirketinde kâr, ortaklann yaptığı işle orantılıdır; ancak böyle bir taksimden sonra taraflar birbirleri lehine teberruda bulunabilirler. Eğer ortaklar kârda farklılık şartını işin başında öne sürerlerse şirket fasit olur (10). Kâr ve zarann dağıtım usullerine göre ortaklık iki çeşitte kendisini göstermektedir: Mudârabe ve Müşârake A. Mudârabe Mudârabe, sermaye sahibinin, çalıştırmak üzere sermayesini mudâribe vermesidir. Kâr aralannda anlaştıkları biçimde ortakken, zarar sadece sermaye sahibine ait olur. Mudârib zarardan herhangi bir şey yüklenmez; o ancak yaptığı işin ve ortaya koyduğu gayretin boşa gitmesi zarannı çekmiş olur (11). Bu tür bir şirket, Kenzud-Dekâik'ta da belirtildiği gibi Hanefîlere göre bir tarafın sermaye, diğer tarafın emek ile katıldığı bir ortaklıktır ve bütün mezheplere göre meşrudur. İslâmî bankacılık işlemlerindeki çağdaş mudârabe uygulaması da sermaye sahipleriyle yatınm ve işletme tecrübesi olan kimselerin ortaklığına dayanan bir akit olarak işlemektedir. Sermaye sahibi malını ortaya koyar, mudârib de onu işletir. Mudârabe, İslâmî bankaların uyguladığı önemli akitlerden birisi olarak değerlendirilmektedir. Çünkü yatınm hesabı sahipleriyle İslâmî bankaların muamelesi mudârabe akdiyle bir sonuca varmaktadır. Banka, sermaye sahibinin izniyle sermayeyi işinin ehli işletmeciye sunma rolünü oynarken ehil işletmeciler de o sermayeyi, İslâmî bankalarla aralarında anlaştıkları meşru bir kâr hissesi karşılığında yatırıma dönüştürmektedirler.

 Bazen mudârabe, mudârabe senetleri veya çekleri çıkararak kredi senetlerinin alternatifi olarak da kullanılmaktadır ki, bunlarla finansörler ve proje idarecileri arasında yatının projeleri yürütülmektedir. Mudâribin ihtiyaç duyduğu harcamalar, mesela akreditif açma giderleri sermaye sahibine aittir. Bu harcamalar ayrıldıktan sonra, kânn da­ ğıtılmasından önce kârdan düşülür. Zira mudârib bu tür giderlerden sorumlu değildir. Mudâribin görevi idare etmek ve ticaret veya yatırım işlemlerini yerine getirmektir. Hanbelî hukukçulara göre sermayenin karz-ı hasen olarak verilmek veya mudârabe yapılmak üzere vakfedilmesinde bir sakınca yoktur. Mudârabe kânndan sermaye hesabına düşen tutar, vakfedenin belirlediği alanlara sarf edilir. Vakıf sermayenin, vakfedenin amaçları doğrultusunda işletilmesinin sürekliliğini temin etmek için mudâribin kontrol ve muhasebesinde vakıf mütevellisi, sermaye sahibi makamına kaimdir. B. Müşâreke Müşârake, finans alanında kâr elde etmeye ve İslâmî bankalara tevdi edilen sermayenin işletilmesine vesile olur. İki çeşidi vardır. Sabit müşâreke, mütenakıs müşârake (12). a. Sabit müşâreke: Bu, bankanın başka bir ortakla muayyen bir proje üzerinde ortaklık kurmasıdır. Sermayede her iki tarafın da hissesi olur ve proje, taraflann üzerinde anlaştığı idare biçimine, finans keyfiyetine ve paylaşılacak kâr oranlarına göre yürütülür. Zarar edildiğinde bu zarar, ortaklann sermayedeki paylarına göre yüklenilir. Müşârekenin uzun vadeli projelerde vaki olması da caizdir. Aynı şekilde tek bir iş üzerinde olabileceği gibi muhtelif iş alanlarında da vaki olması caizdir. b. Mütenakıs müşâreke ise, bankanın proje sermayesindeki hissesini ödeyip sonra projeyi diğer ortağa irca etmesidir. Ortak, sâfî kârdan bankanın hissesini ayırdıktan sonra banka, finansmandaki hissesi oranında proje gelirlerinden istifade eder. Bu iki çeşit ortaklıkta, kâr ve zarar dağıtımı şer'î kaidelere oturduğundan, aynca genel olarak şirketleşmenin meşruiyetinden dolayı hukuken herhangi bir sakınca yoktur. tnân veya mudârabe şirketi hükümlerini taşıyan anonim ortaklıklar da böyledir. 3. Murâbaha Murâbaha bir şirketleşme değildir, bir tür satım akdidir. Zira bedel açısından satım akdi beşe ayrılmaktadır:

Müsâveme: Bu, ilk alış fiyatına bakılmaksızın herhangi bir bedelle yapılan satım akdidir. Alışılagelen yaygın satım akdi de budur. b. Murabaha: İlk alış fiyatına eklenen bir kârla yapılan satım akdidir. Yani alış fiyatına, ister 1 dinar gibi miktar ister % 5 gibi nisbî olsun, ittifak edilen belli bir kârın eklenmesiyle yapılır. c. Tevliye: Alış fiyatına satım yapılan akittir. Yani kaça maloldu ise kâr koymaksızın ve indirim de yapmaksızın o fiyata satım yapılmasıdır. d. Vadî'a veya hatîta: İlk alış fiyatından belli bir miktarı düşürerek ya da alış fiyatından indirim yaparak yapılan satımdır. e. İşrâk: Tevliye gibidir; yalnız bu, satıma konu olan şeyin bir kısmını paranın bir kısmına mukabil satmaktır (13). Birincisi hariç diğer son dört satış "emanet satışları" olarak isimlendirilmektedir. Murâbaha satışı iki çeşittir: normal ve vaade bağlı murabaha. • Normal murabaha satışı: Satıcı ve müşteri olarak sadece iki tarafı ilgilendiren, mal alım-satımına ilişkin olarak önceden aralarında herhangi bir vaadleşmenin olmadığı murabahadır. • Vaade bağlı murabaha ise; alıcı, satıcı ve ikisi arasındaki aracı sı­ fatıyla bankadan oluşan üç taraflı bir akittir. Burada banka, müşteri mala karşı rağbetini ortaya koymadıkça ve önceden alıma ilişkin vaadi bulunmadıkça mal satın almaz. Bu tür murâbaha "alımı emredene murabahalı satım," diye isimlendirilmektedir. Banka, müşterinin belirlediği özelliklere uygun olarak malı satın alma işlemini yapar sonra malı hakikaten veya hükmen (mesela tahliye gibi) teslim aldıktan sonra malı kâr koyarak satar veya alış fiyatı üzerine taraflarca belirlenmiş olan miktarı ekleyerek satar. Malı tesellüm bizzat banka yoluyla veya vekilinin vasıtasıyla ya da alış vaadinde bulunana verilecek bir vekâletle onun tarafından gerçekleştirilebilir. Şuna dikkat edilmelidir: Mesela araba gibi bir malın satın alınma iş­ lemi bizzat banka tarafından yürütülmelidir. Arabanın fiilen teslim alınması veya aslî sahibinin arabanın satılması için vekâlet vermesi gibi hükmen teslim alınması banka ile araba sahibi arasında cereyan eder. Bu akit şöyle tamam olur: Müşteri ihtiyacını ve sahip olmak istediği malın niteliklerini belirler. Sonra alış vaadini imzalar. Akabinde banka malı satın alır ve mülkiyetine geçirir. Banka malı bizzat kendisi teslim alabileceği gibi vekili yoluyla veya aslında mal kendisi için satın alınan kişiye teslim alma vekâleti vererek, müşteri değil vekil sıfatıyla onun kabzetmesiyle teslim almış olur. Sonra banka müşteriyle beraber, taraflarca bilinen fiyat ve buna eklenen muayyen bir kâr ile malın satımı hakkında it­tifak ederler. İki taraf genellikle önceki satın alma vaadinin uyarınca bir satım akdi vesikası da imzalarlar. Murabahanın Şartları Murâbaha akdinin sahih olması için şu üç şart gerekmektedir: a. Akdin muteber giderleriyle beraber malın satın alındığı ilk fiyatın (mâliyetin) müşteri tarafından bilinmesi. Akit, güven/emanet üzerine dayandığı için maliyetin bilinmesi akdin sahih olması için şarttır. Yani müş­ teri bu fiyattan haberdar değilse satım akdi, akit meclisinde haberdar oluncaya kadar fasittir. b. Bilinen maliyet fiyatına eklenen kâr da satış fiyatının bir parçası olacağından müşterinin bu kâr oranını da bilmesi gerekir. c. İlk akit sahih olmalıdır. Mesela riba içeren bir âkit olması gibi eğer fasit ise murâbaha satımı caiz olmaz. Zira murâbaha ilk fiyat üzerine kâr eklenerek yapılan bir işlemdir. Fasit akitlerde Hanefîlere göre satıma konu olan malın konuşulan para miktarı karşılığı değil-çünkü o fasit idi-kıymeti veya misli itibariyle mülkiyet sabit olur (14). Murâbaha akdi kişiye müeccel (tehirli) veya taksitli bir bedel ile arzu ettiği şeyi satın alma fırsatı verirken tüccar için de belirlenen zamanda ödemediğinde zamanla artacak riba veya faide tehlikesine düşmeden belli miktarda meşru bir kârla malını paraya çevirme imkânı sağlamaktadır. İşte murâbahada banka ile şahıs, maliyet fiyatı ve kârdan oluşan bir bedel miktarı üzerinde zamanın geçmesine bağlı olarak yeni bir fazlalık daeklemeksizin anlaşmış olurlar. Bedel kesin ve miktarca belli olur. İşte bu özelliği ile murâbaha, ribalı işlemlerle ribalı kredilerden ayrılmaktadır. Böyle olduğu için İslâm bankaları ile onlarla çalışanlar arasında bu akit başarıyla uygulanmaktadır. Bankalar ihracatçı ile ithalatçı arasında aracılık görevi yapmakta, temellük sorumluluğu, müşteriye teslimden önce malın helak olması halinde bundan doğan tazminat giderleri gibi sorumlulukları da banka yüklenmektedir. Murâbaha akdini böylece işletmek faizli bankaların ithalatçıya faizli krediler vermesine de imkân bı­ rakmayacaktır, onun yerine kaim olacaktır.

Murâbahamn Meşruiyeti Murâbaha, aslında bir satım akdi olduğundan dolayı câizdir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: "Allah satım, akdini helal kılmıştır." (Bakara 275). Hz. Peygamber de ribevî mallarda yapılan akdin riba içermemesi durumunda malın maliyetinden daha fazlasına veya maliyetine satılmasına izin vermiştir. Ribevî mallar ise Hanefîlere ve Hanbelîlere göre ölçülüp tartılabilen, Mâlikîlere göre yiyecek maddesi olup uzun süre saklanabilen, Şâfiîlere göre de yenilebilen maddelerdir. Veya semeni maddeler diye isimlendirilen paraların aynı cins paralarla farklı oranlarda mübadele edilmesi durumunda bunlar da ribevî mallar içinde sayılır. Ümmet murâbahanın meşruiyeti üzerinde görüş birliği içindedir ve Kâsânî ile diğer fakihlerin dediği gibi toplumlar, herhangi bir itiraz duyulmaksızın asırlar boyu bu uygulamayı tevârüs edegelmişlerdir. İkinci İslâm Bankası Konferansı, mürâbahanın meşruiyeti için şu noktaları belirlemiştir: Satın alman malın temellükünden ve kabzından sonra o malın daha önce anlaşılan miktarda kâr eklenerek, kendi hesabına satın almayı arzu eden kişiye murâbahalı satımı için vaadleşmek, teslimden önceki helak sorumluluğu İslâm bankasının omuzlarında olması şartıyla hukuken caiz bir muameledir. Ortada bulunan vaadin, kendi hesabına satın almayı isteyen kişiyi veya bankayı ya da her ikisini de bağlayıcı olmasını kabul etmek iki tarafın da maslahatını korumada daha belirgindir. Bağlayıcı olmasını kabul etmek hukuken de geçerli bir davranıştır. Her banka, bağlayıcılık konusunda kendi fetva heyetinin öngördüğü görüşü almakta muhayyerdir. Bununla beraber vaadin bağlayıcı olması görüşünü benimsemek, diyâneten veya ahde ve söze vefa göstermenin gerekliliği ilkesiyle daha uyumludur. Zaten sözünde durmayan kişi münafıklıkla nitelendirilmiştir. Diğer taraftan Mâlikîlere göre vaad, eğer herhangi bir sorumluluk öngörürse ve vaad eden bu vaadine sadakat göstermediğinde ortaya bir zarar çıkacaksa o vaad hukuken de bağlayıcıdır. Bu sebeple satın alma vaadinde bulunanın bu vaadini bağlayıcı olarak kabul etmek ve kişiyi vaadinin gereğini yerine getirmeye sevk etmek ya da özürsüz olarak vaadine sadık kalmaması sebebiyle ortaya çıkan zararı tazmin etmekle sorumlu tutmak caizdir. İslâm, kişinin belli niteliklerde muayyen bir malı satın alacağına iliş­ kin bir vaadde bulunmasını yasaklamamaktadır. Böylece o kişi, üzerinde anlaşılan kâr ile vergiler de dahil olmak üzere murâbaha ile o malı satın alma yükümlülüğü altına girer. Vaadleşmenin, malı teslim yerinin belirlenmesi, vaade sadık kalınmasını garanti altına almak için nakdî bir güvencenin ödenmesi veya bedelin periyodik taksitlerle ödenmesi keyfiyeti gibi taraflarca kabul edilen şartlan içermesi de aynı şekilde caizdir. Murâbahadan kaynaklanan borcun bir kefilin kefaleti ile veya menkul bir malın kendisini rehin olarak vermek ile ya da belli bir gayri menkulün ipoteği ile güvence altına alınması da caizdir. Rehin, murâbaha akdi ile aynı anda verilebileceği gibi önceden de verilebilir. Çünkü Hanefî ve Mâlikî mezheplerinde, mevcut borca karşılık veya ortaya çıkmadan önce vaad edilen bir borca karşılık olarak rehin almak, insanların ihtiyacına binaen istihsan yoluyla caiz görülmüştür (15). İşte taraflar eğer bu şartlar dahilinde bir murâbaha akdi yapacak olurlarsa bunun ve bu muâmelenin sanayici, çiftçi, tüccar ve diğer kesimlerin faaliyetleri için kısmî bir finans kaynağı olarak de­ ğerlendirilmesinin önünde şer'î bir engel yoktur. Böylece kişiler, mesela kârın yılda % 10 gibi borcun tamamı ödeninceye kadar zamana bağlanması gibi bir ribaya bulaşmadan üretim mallarını veya âlet ve ekipmanları ülke içinden veya dışından temin edebileceklerdir. Banka ileride yeni dönemler için veya fiilen o an için kâr oranlarını değiştirebilir. Yalnız, bankanın, iş yaptığı tarafa sadece bildirmekle yetineceği bu değişiklik hakkının kendi elinde olduğunu akit esnasında tasrih etmesi ve bunun farklı akitlerde (safakât) olması şarttır. Eğer tek murâbaha akdinde olacak olursa arada kârın azaltılıp çoğaltılması veya sü­ renin uzunluğuna ve kısalığına bağlanması caiz değildir. Fakat zamana bağlanmadan kâr nisbetinin belirlenmesi işlemi mümkün olduğu gibi kâr nisbetinde herhangi bir artırıma gitmeden sürenin uzatılması da caizdir. Mudârabe akdinin, akit esnasında mudâribin ancak murâbahalı satışlar yapması veya belli bir oranda murâbahalı satış yapması kaydını koymak gibi aynı zamanda murâbahayı içermesinde de bir mani yoktur. Bu, yatırım yoluyla sermayenin korunmasını sağlamak içindir. Aynı şekilde, murâbaha yoluyla yaptığı bir muamelede vadeli bir satışın gerekli güvencelerini temin etmeyi de mudâribe yüklemek caizdir. Fakat ortağın ortağına, mudâribin sermaye sahibine güvence vermesi caiz değildir. Eğer banka ile ihracatçı arasında akreditif gönderme yolunda bir murâbaha akdi yoksa ve akit sadece ihracatçı ile muhatabı arasında ise bu durumda caiz değildir. Çünkü bu halde banka, ortada kendisinin yaptığı herhangi bir akit yokken ithal edilen malların parasını ödemiş olur. Yine kişi ile ihracatçı arasında malın 1 yıl vadeli bir bedelle başka bir devlete satılması da caiz değildir. Çünkü bu, borcun yani müşterinin zimmetinde bulunan malın bedeli borcunun üzerine yapılan bir satımdır. Eğer kişi bir şirketten veya şahıstan bir mesken satın alsa sonra da bankadan murâbaha esasına göre bu meskenin bedelini ödemesini istese, böyle bir finansman yolu caiz değildir. Çünkü yapılan alış, sırf kişinin yararına olup murâbaha, bankanın alıp sonra da murâbaha ile sattığı maldan elde edilen bir hak karşılığı değil; durup dururken elde edilen bir kâr kar­şılığında finansmandan ibaret hale gelir. Böyle bir şey ancak, kendisi için satın almadan önce banka adına satın almak üzere kişiye alım vekâleti vermek suretiyle sahih olur. O zaman kişi ile mesken sahibi arasındaki akdin feshedilmesi gerekir. Sonra banka kişi ile murâbaha akdi yapmadan önce kendisi için satın alır. Yalnız, fesih ile bankanın binayı satın alışı birbirine bağlı olmamalıdır. Kişinin murâbaha akdinde belirlenen bedelden bir kısmını önceden peşin ödemesinde bir sakınca yoktur; yeter ki bir miktar peşin ödeme yapıldığında fiyattan da şu kadar indirim yapılacak diye bir şart bulunmasın. Vadeli Murâbaha akdindeki şüpheler Murâbaha akdi ister peşin ister vadeli olsun caizdir. Aşağıdaki şüpheler bu akde dahil olmaz: a) Bu, insanın yanında bulunmayan şeyi satması demek değildir. Çünkü müşteri ile tamamlanan satım akdi ancak eşyanın fiilen temellükünden sonra gerçekleşmektedir. b) Burada iki bedelin de vadeli olması şüphesi yoktur. Çünkü malın temlik edilmesi -ki iki bedelden birisi budur- peşin veya vadeli bedel suretinde gerçekleşmektedir. c) Murâbaha, dirhemin dirhem mukabili satılıp, satıma konu olan şeyin de vadeli olması kabilinden değildir. Çünkü değişim, satılan mal ve onun para bedeli olarak farklı şeyler üzerinde olmaktadır. d) Mâlikîlere göre satım vaadinin bağlayıcı olmaması iki şartın bulunmasına bağlıdır ki, bu şartlar murâbaha işleminde de bulunmazlar: i. Kendisinden mal talep edilen kişi îne ehlinden olmalı. Mâlikîlere göre "bey'u'l-îne" ise şöyle cereyan eder: Bir kimse başka birine "Peşin olarak 10 liraya bir mal al, ben de senden vadeli olarak 12 liraya alayım" der. Böyle bir işlem menfaat içeren bir vadeli işlem olduğundan caiz değildir (16). ii. Malı talep eden kişi bu malı bizzat kendisinden değil parasından istifade etmek için istemeli. Vâdeli murâbaha satımında, diğer vadeli satışlarda olduğu gibi kefil alınması caizdir. Murâbaha borcu ödenirken, ödeme günündeki değeri ile başka bir cins para vasıtasıyla ödenmesinde bir sakınca yoktur. Çünkü bu, zimmette sabit olan yabancı para ile-ki, bu hükmen kabzedilmiş durumdadır- sarf akdinin yapıldığı günde piyasa kuruna göre kabzedilen yerli paranın mü­ badelesi için zimmette bir sarf akdinden ibarettir.

Satın aldığı şeyi daha önceden anlaştıkları belli bir kâr limiti ile kendisi için satması esasına binaen bankanın, şahsa banka adına satın alma vekâleti vermesi caizdir. Başanya ulaştıran Allah'tır... Tercüme: Ahmet Yaman

 

VEHBE ZUHAYLÎ’NİN HAYATI

Vehbe Zuhayli  Humus yolu üzerinde bulunan Şam’a ”89” km uzaklığında olan Şam şehrinin kırsal kesim idaresine bağlı Nebek mıntıkasına tabi olan Galmûn beldesinde  Deyr atiyyede H.“1351,M.1932”yılında  takva ve salih ehli olarak sıfatlanan kerim Anne ve Babadan dünyaya geldi.

İlkokulunu bitirdikten sonra 1946 yılında Şam şehrine geldi,burada ortaöğrenimini, liseyi okumak için 14 sene kaldı .Şamda Şeriat Fakultesi’ne girdi ki O, devirde Suriyede tek resmi okul olarak sayılıyordu ve ilahi ilimler okutuluyordu.

Bu Şeriat Fakultesinde Ustad altı senesini geçirdi sonra 1952 yılında  Şam, Halep ve bunun gibi büyük şehirlerdeki öne çıkan başarılı talebeleri de geçerek birincilikle mezun oldu. Diplomasını aldıktan sonra  ilmine devam etmek için Mısıra gitti ve orada yüksek ilim tahsiline başladı,  aynı zamanda birden çok fakulte ve üniversitelerde okudu; el-Ezher Üniversitesinde Şeriat Fakültesi, Edebiyat Fakültesi Arap Dili ve Edebiyatı bölümünü, Ayn Şems Üniversitesi’nde Hukuk Fakültesini okudu. v

Ustadın doktora derecesine hasıl olduktan sonra yaptığı işlerden ilki Üniversitede Öğretim görevliliği idi Şam Üniversitesi Şeriat Fakultesin’e “25/7/1963”tarihinde Okutman olarak atandı ve Üniversite öğretimi yolunda derece derece yükseldi. “1969”tarihinde Asistan olarak atandı.Yükselme derecelerini “1975” tarihinde Profesör olarak atanınca bitirdi. Profesör olma hasebiyle birçok Uluslararası Arap Üniversitelerinde ders verdi, Şeriat Fakültesi, Hukuk Fakültesi Edebiyat Fakültesinde dersler verdi. Libya Bingazi Üniversitesinde “1974-1972”tarihleri arasında dersler verdi. Aynı şekilde Sudanda  Ümmü Derman, Hortûm Üniversiteleri Şeriat Fakültelerinde dersler verdi bu iki Üniversitede yüksek eğitim alan öğrencilere Fıkıh ve usûlü hakkında seminerler verdi. “2000”yılında Sudanda ve diğer Afrika Üniversitelerinde genel konularda seminerler verdi.