Manchester saldırısı ve 'dönüşen' DEAŞ tehdidi
22 Mayıs 2017'de İngiltere'de gerçekleşen terör eylemi aralık ayından bu yana Avrupa'da meydana gelen beşinci büyük saldırı oldu. Saldırının failinin Suriye ve Libya'daki DEAŞ örgütlenmesiyle ilişkili bir kişi olduğu açıklandı. Çalışmalar detaylandıkça arka planındaki örgütsel ağ daha çok ortaya çıkacaktır. Ancak neresinden bakılırsa bakılsın ortada yeni bir saldırı dalgası bulunuyor. Üstelik bu dalga sadece Avrupa'yı değil, Asya ve Afrika'daki ülkeleri de hedef alıyor. Bu durumda akla şu soru geliyor: DEAŞ’la Suriye ve Irak'ta mücadeleye girişen ülkeler dünyanın daha güvenli bir yer olacağını söylüyorlardı. Ancak operasyonlar başladıktan sonra ne Ortadoğu ne de dünyanın geri kalanında terörist saldırılar azaldı. Acaba, içinden geçtiğimiz süreç bazı uzmanların ileri sürdüğü gibi DEAŞ’ın zayıflamasının sonucu olarak ortaya çıkan son çırpınışlar mı? Yoksa bu, örgütün önceki benzerleri gibi yaşadığı bir değişim ve dönüşüm sürecinin ilk sancıları mı?
DEAŞ’la mücadele süreci hangi aşamada?
Örgütün kendisini bir "hilafet devleti" olarak ilan ettiği ve sınırlarını hızla genişlettiği 2014 yazı ile kışı arasındaki dönemde dünyada kısa süreli bir bocalama yaşandı. Devletler ya da uluslararası örgütler aslında tam olarak anlayamadığı bu yapı hakkında çeşitli tezler üretti. Bunlardan birisi hala sıklıkla dile getirilmeye devam ediyor: "DEAŞ, bir maşadır. Kullanma tarihi bitince bir köşeye atılır. Onu yaratanlar, misyonu sona erince ortadan kaldırırlar." Zor sorulara kolay cevaplar verildiğinde sorunlar daha çabuk çözülebilecekmiş gibi görünüyor. Fakat son üç yılda yaşananlar DEAŞ’ın bir anda ortaya çıkan ve çıktığı gibi de yok olacak bir şey olmadığını gösterdi.
Bu noktada bir hususun altını çizmek gerekiyor: Hızla genişleyen ve kendi dar tabanı dışından çok sayıda eleman toplayan bir örgüte devletlerin farklı amaçlarla sızması kaçınılmaz bir olgudur. Ancak bu durum devletlerin o örgütü tamamen kontrol edebildiği anlamına gelmez. Hatta onu tamamen araçsallaştırdığı sonucu da çıkarılamaz. Buna karşılık, her örgütte olduğu gibi bazen devletler ya da onların ilgili kurumları kendi güvenliklerini sağlamak, çıkarlarını korumak ya da diğerlerinin çıkarlarına zarar vermek için sızmış oldukları örgütleri kullanabilirler. DEAŞ örneğinde de bu durumun yaşandığına şüphe yok. Ancak iki durumu birbirine karıştırmak bizi süreci anlamayı güçleştiren bir zihin tembelliğine sürükleyebilir.
Peki, örgütle mücadelede gelinen aşama nedir?
Yukarıda belirtildiği gibi DEAŞ’la mücadele kabaca 2014 sonunda başladı. O zamana kadar yapılan dar kapsamlı operasyonlar, mücadeleden ziyade taktik hamlelerden ibaretti. Bu süreçte, birbiriyle bazen rekabet eden bazen de işbirliği yapan iki grup ortaya çıktı. Bunlardan birisi ABD'nin başını çektiği Batı koalisyonu, diğeri ise Rusya'nın başını çektiği İran'ın da önemli bir parçası olduğu daha dar bir koalisyon. Ancak işin ilginç yanı, bu gruplaşma hep ötekini DEAŞ’a destek vermekle ya da yeterince mücadele etmemekle suçladı. ABD uçaklarının Irak'ta DEAŞ’ın kontrol ettiği bölgelere büyük sandıklarla malzeme bıraktığına ilişkin görüntüler ve Ayn el-Arab'da DEAŞ militanların ABD silah ve mühimmat sandıklarıyla çektikleri videolar hala akıllarda duruyor.
Öte yandan, Batılı koalisyon ise Rusya ve İran'a yönelik suçlamalarda bulunuyor. Örneğin, Rusya'nın Suriye'de aylar boyunca bir tek DEAŞ hedefini vurmazken muhaliflere bomba yağdırması, binbir güçlükle kontrolü sağladığı Palmira'yı ve içindeki tonlarca askeri malzemeyi hediye eder gibi tekrar DEAŞ’a bırakması, İran'ın kendi hapishanelerinde tuttuğu eski Kaide liderlerini serbest bırakması Batı tarafından hala dile getirilen eleştiriler. Özetle, DEAŞ’la mücadele herkesin kendi bildiği ve dilediği gibi gerçekleştirdiği, işbirliğinin sözde kaldığı, eleştiri ve şüphelerin sürdüğü koca bir karmaşa yığınına dönüştü. Şimdi ise örgütün denetimindeki yerlerin ele geçirilmesi üzerinde bir güç ve çıkar mücadelesi var ki o ayrı bir analiz konusu.
Örgütle mücadeledeki öncelikler
Bu iki grup yaklaşık iki yıldır kendi bildikleri gibi örgütle mücadeleye giriştiler. İzlenen mücadele yöntemi genel olarak şu şekilde özetlenebilir:
Finansal kaynakların kesilmesi, örgütün kontrolündeki bölgelere yönelik operasyonlarda ağır hava saldırılarıyla desteklenen yerel unsurların kullanılması, bölge ülkeleri üzerinde yoğun siyasi baskı ve "cerrahi" olarak nitelendirilen ve örgütün liderlik kadrosuna yönelik nokta operasyonları.
DEAŞ, iki buçuk yıl kadar önce, kontrol ettiği kaynaklarla dünyanın "en zengin" terör örgütü olarak kabul ediliyordu. İnşa edeceğini ilan ettiği devlete yönelik cazibeyi artırmanın en önemli yolu da buydu. Dünyanın değişik yerlerinden örgüte ideolojik nedenlerle katılım olduğu gibi sadece ödenen paranın cazibesine katılarak gelenler de vardı. Üstelik, Irak ve Suriye'deki iç savaş ve devlet otoritesinin kaybı nedeniyle tamamen bir kontrolsüzlük vardı. Bu kontrolsüzlük bölgeye dünyanın her yerinden akan her çeşit silahın, parayı kim elinde tutuyorsa ona akmasına neden oluyordu. Bu nedenle DEAŞ’la mücadele edenler örgütün öncelikli kaynakları olan petrol, yağma, fidye, her türlü kaçakçılık ve tarım gibi ekonomik değeri olan hedeflere yöneldiler. Bu plan bir ölçüde başarılı oldu. Örgütün mali kaynakları geçmiştekine oranla yarının altına düştü. Toprak kayıpları sadece siyasi değil ekonomik olarak da örgütü olumsuz etkiledi. Özellikle petrol kaynaklarının kaybı DEAŞ’ın mali yapısına ağır darbe vurdu.
Ancak finansal olarak yıpratılan örgüte asıl büyük darbe askeri olarak vuruldu. Aylardır, ABD'nin başını çektiği koalisyon DEAŞ’a yönelik çok sayıda hava operasyonu düzenliyor. Bunların bir kısmı doğrudan sivilleri de hedef alıyor. Bununla birlikte hava saldırıları aynı anda birden çok cephede çatışan örgütün hareket kabiliyetini büyük ölçüde sınırladı. Önce büyük konvoylarla hızlı askeri harekatlar yapmasının önüne geçildi, daha sonra ise örgütün Irak ve Suriye'deki hatlarını birbirine bağlayan ana güzergahları kesildi. Sonuçta, DEAŞ’ın kısa sürede hızla genişlemesini ve bölgede çarpıştığı diğer güçlere karşı etkin olmasını sağlayan hızlı ve aktif saldırı tarzı kırıldı. Bu süre zarfında bir yandan ABD, bir yandan da İran-Rusya koalisyonu bölgeye binlerce "askeri danışman" gönderdi. DEAŞ’a karşı Irak'ta peşmergeye, Irak hükümetine, Haşdi Şabi'ye; Suriye'de YPG'ye ve Şam Yönetimi'ne ve bazı ÖSO gruplarına büyük miktarda askeri destek gönderildi. Silah altına binlerce yeni insan alındı. Onlarca eğitim merkezinde on binlerce kişi eğitildi. Sonuçta, savaş sahasında silah, insan kaynağı ve ekonomik güç bakımından çatışmayı sürdürebilirlik kapasitesi olan ancak her biri kendi çıkarının peşinden koşan bir dizi DEAŞ karşıtı grup oluşturuldu. DEAŞ ise bu güç karşısında yavaş yavaş, savaşarak ancak dağılmadan kontrol ettiği yerleri kaybetti.
Bugün gelinen noktada, örgüt 2014 yılında ulaştığı "zirve" noktasından bu yana Irak'ta kontrol ettiği toprakların yüzde 83'ünü, Suriye'dekilerin ise yüzde 56'sını artık kontrol edemiyor. Üç yıl öncesiyle karşılaştırıldığında 35-80 bin arasında hesaplanan silahlı militan sayısının 10 binden aza indiği tahmin ediliyor. Kendi silahlarını atölyelerde üretmeye başlasa da yeni ağır silahlara erişimi azaldı. Buna rağmen savaşma kapasitesini tamamen kaybetmedi. Açıkça yeniliyor ve güç kaybediyor. Fakat tanınmış bir analizcinin de belirttiği gibi, büyük devletlerin desteği olmaksızın onu sahada yenebilecek bir güç hala yok. Yani, büyük devletler herhangi bir nedenle Irak ve Suriye hükümetlerinden, YPG'den, Haşdi Şabi'den ya da diğer silahlı gruplardan desteklerini çekecek olurlarsa hala çatışmanın gidişatı değişebilir. Bu nedenle, her iki tarafın karşılıklı olarak birbirine duyduğu ihtiyaç devam ediyor. ABD ve Rusya sahadaki kayıplarını azaltmak, bölgesel/yerel aktörler de DEAŞ’ı yenebilmek için birbirine ihtiyaç duyuyor.
DEAŞ’tan sonrası
Bu noktadan sonra asıl soru şu: DEAŞ’tan sonra ne olacak? Bu soruya iki temel düzlemde yanıt aramak gerekiyor: 1. Ortadoğu'daki yeni taktik ve stratejik durum 2. Cihatçı hareketlerin küresel boyutta ulaştığı nokta.
Bu düzlemlerden ilki son dönemde Avrupa'da artan saldırılarla ilişkili değil. Bu nedenle başka bir değerlendirmenin konusu. Ancak şu noktanın altı çizilmeli; DEAŞ şimdiki haliyle ortadan kalkacak. Fakat sonrasında çatışmanın azalacağına dair hiçbir işaret yok. Ortadoğu'da rejimler ve sınırlar bağlamında yeni bir dönemin içine giriyoruz.
İkinci düzlem ise daha az tartışılsa da zaman zaman ön plana çıkıyor. Manchester saldırısı ve benzer olaylar bu tartışmaları gündeme taşıyor. Oysa, Mısır'daki Kilise saldırıları, Sina çölündeki çatışmalar, Nijerya'daki gelişmeler, Filipinler baskını, Afganistan'daki hızlı değişim, hatta Türkiye'de gerçekleşen ya da engellenen eylemler bu tartışmalara neden olmuyor. Bunu Batı tartışmıyorsa bizim tartışmamız gerekir. Çünkü öyle görünüyor ki DEAŞ ya da onun yerini hangi örgüt alacaksa bunun doğrudan tehdit olacağı ilk alan Batı dünyası değil, tersine Asya ve Afrika coğrafyası.
Yukarıda belirtildiği gibi örgüt finansal, askeri ve coğrafi olarak önemli kayıplarla karşı karşıya. Hatta lider kadrosu çok ağır darbeler aldı. Örgütün kurulduğu zamandan bu yana geçen 4 yıl içinde kurucu kadrosunun yüzde 80’i öldürüldü. Dünyanın değişik bölgelerinden örgüte sağlanan katılımlarda ise çok büyük bir azalma var. Üstelik bu terör örgütüne katılmak isteyenler olsa da yollar büyük ölçüde tıkandı. Yani dışarıdan katılım asgari seviyeye indi. Ancak unutmamak gerekir ki sadece azaldı. Tamamen yok olmadı. Üstelik yapılan baskınlar nedeniyle kişiler kendisini saklama eğilimine giriyorlar. Bu nedenle radikalleşmenin boyutu şu anda ölçülemiyor. Bu nedenle sadece Irak, Suriye, Afganistan ya da Libya'ya gidenler değil onlarla ilişki içine giren ya da girme eğiliminde olanlar da dikkate alınmalı. Fakat, şu anda bunlar düşünülmüyor. Bilindiği düşünülen bir DEAŞ var ve bunun ortadan kalkmasına odaklanılmış durumda. Fakat, örgütün Musul'da, Anbar'da, Rakka'da, Bab'da ya da Londra, Stockholm, Paris, Berlin, Moskova'da yaptıkları onun tamamen dağılmış, çökmüş ve ne yapacağını bilmez bir biçimde davrandığını göstermiyor.
Örgüt, Musul'da son sokağa kadar direniş gösteriyor. Irak'ta birçok şehri kaybetmesine rağmen ülkenin değişik yerlerinde bombalı saldırılarını ve Irak güvenlik güçlerine yönelik vur-kaç eylemlerini etkin bir biçimde sürdürüyor. Suriye'de önceliklerine göre kalıp çatışmayı ya da kayıp vermeden çekilmeyi tercih ediyor. Rakka'da yeni bir şehir savaşına hazırlanırken, Deyr ez-Zor'da ilginç hamleler yapıyor. Lider kadrosunu yenileyebildi. Yeni kuşağın gücü tam bilinmiyor fakat yabancıların varlığı dikkat çekici. Bu onun vizyonunu daha az Iraklı ve Suriyeli daha çok küresel yapabilir.
DEAŞ’ın dönüşümü
DEAŞ örgütsel olarak değişiyor ve dönüşüyor. Bunu bilerek ve isteyerek yapmıyor olabilir. Çünkü, ilk aşamada kurduğu yapı kendi içinde hayli hiyerarşikti. Dışarıdan katılımları bile bazı şartlara bağlamıştı. Biatları hemen kabul etmiyordu. Ancak kabul ettikleriyle dünyanın değişik yerlerinde topraklarını genişletti. Bu nedenle bugünlerde DEAŞ Rakka'dan binlerce kilometre ötede Filipinler’de bir şehri ele geçirdi denilebiliyor. Fakat yöneleceği yeni ülkenin neresi olacağı hayli tartışmalı.
Kontrol ettiği toprakları kaybettikçe öncüllerinin zorunlu tercihlerini tekrarlayabilir. Bu tekrar, aynı ölçekte ve birebir aynı biçimde olmak zorunda değil. DEAŞ geldiği nokta itibarıyla dünyanın farklı bölgelerinde gelişen, olgunlaşan ve dönüşen küresel olma eğilimli ulus ötesi cihatçı düşüncenin ortaya çıkardığı bir ürün ve aşama. Bu nedenle onu önceki örneklerinden soyutlayarak düşünemeyiz. Elbette, DEAŞ ve El Kaide farklı örgütler. Örgütlenme, liderlik, yöntem ve hatta ideoloji açısından önemli farklılıklar var. Fakat ortak bir tecrübeye sahipler. Her ikisi de aldıkları öldürücü darbelerden sonra yeniden örgütlenebilmek ve hayatta kalabilmek için kendilerine en uygun yöntemleri seçmeye çalışıyor.
DEAŞ’ın öncülü olan Irak İslam Devleti, 2007-2010 arasında Irak'ta kontrol ettiği alanları kaybedince çöle çekildi ve yeniden örgütlendi. Buna ilişkin çağrıları DEAŞ liderliğinde bir süredir görüyoruz. Örgütün eski sözcüsü Ebu Muhammed Adnani, geçen yıl benzer bir çağrıyı açıkça yapmıştı.
Örgütün diğer bir öncülü olan El Kaide ise ona başka bir ders alma olanağı sunuyor. El Kaide, Afganistan'daki üslerini ve teşkilatlanmasını kaybedince istemeyerek de olsa gevşek bir yapılanmaya dönüşmüştü. 2002'den sonra Avrupa, Asya ve Afrika'da o güne değin gerçekleştiremediği eylemleri yapmıştı. Bu süreç onu asıl merkezini kaybettiği süreçte yok olmaktan kurtarıyor ve dahası yeni katılımları sağlıyordu. Londra, Madrid, Bali, Bombay, Tunus saldırıları ve diğerleri El Kaide zihniyetini diri tuttu. Elbette DEAŞ ile El Kaide arasında düşünsel farklılıklar var. Fakat ortak yanları da küçümsenemez. Son iki yıldır DEAŞ’’ın belki birkaç yüz destekçisinin olabileceği büyük şehirlerde eylem yapmasının sırrı buralardan eleman toplamak değil. Verdiği ideolojik mesajlarla düşünce biçimini diri tutmayı amaçlıyor.
DEAŞ geçmişteki El Kaide kadar küresel bir vizyonu, Irak İslam Devleti'nden ise daha güçlü bir yerel ve bölgesel örgütlenmesi olan bir örgüt. Bu nedenle topraklarını kaybettikçe ve fiziki olarak yenildikçe, varlığını sürdürebilmek için iki öncülünden dersler çıkararak hareket etmeye çalışıyor. Avrupa'daki her saldırı, on yıllardır oluşan yeni bir kimliği hatırlatma amacını taşıyor.
Sorunu ‘ihraç’ etmeye çalışmak
DEAŞ, küresel anlamda cihat etmeyi amaçlayan ilk örgüt değil, sonuncusu da olmayacak. Örgütün savaş sahasında yenilirken sanal alemde pek de yenilmediği görülüyor. Günümüz dünyasında yeni kimlik inşa edebilmenin tek yolu insanları aynı kuralları, sorumluluk ve yükümlülükleri uygulayabileceğiniz bir devlet çatısı altında toplamaktan geçmiyor. Bugüne ya da geleceğe dair hayal edilmiş bir ortak kimlik oluşturmanın en önemli yollarından birisi sürekli propaganda. Bu saldırılar ise "haçlılara" karşı yürütülen bir savaş olarak niteleniyor.
Belki birçoğumuza saçma gelebilir ancak bu mesajı alan ve bu sayede kimliğini diri tutan binlerce kişi var. Bu nedenle, DEAŞ Rakka'yı kaybetse dahi dışarıdaki bu ağ saldırmaya devam edecek. Şimdilik güvenlik güçleri nereye bakacağını bildiğini düşünüyor. Suriye, Irak, Libya ve Afganistan gibi yerlere gitmiş kişileri inceliyor ya da onların kendi ağlarını kontrol altında tutmayı hedefliyorlar. Kısa bir süre öncesine kadar Batı dünyasındaki genel yaklaşım Avustralya Federal Göç Bakanı Peter Dutton'ın açıkça ifade ettiği gibi cihatçı hareketler için ülkelerinden gidenlerin gittikleri yerlerde ölmesi ve geri dönmemeleri idi. Oysa, radikalizmle mücadelenin her toplumun kendi içinde başladığı unutuluyor. Radikalize olanları topluma kazandırmak yerine bir başka bölgeye ihraç bugüne kadar hiç işe yaramadı.
Bu bağlamda DEAŞ’ın El Kaide'ye benzer bir biçimde düşüncesini diri tutma çabası küçümsenmemeli. Çünkü aslında her bir terör eylemi bir yanıyla radikalleşme eğiliminde olanları etkilerken diğer yandan da onları marjinalleştiren toplumsal özelliklerin güçlenmesini sağlıyor. Bu nedenle eğer radikalizmle mücadele DEAŞ’a, Suriye'ye ve Irak'a indirgenirse bu süreç sadece geçici sonuçlar üretecektir. Zaten bu ülkelerdeki mevcut durum gelecekte yeni ve başka radikal gruplar yaratmaya gayet uygun görünüyor.
[Ahi Evran Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesi olan Doç. Dr. Serhat Erkmen aynı zamanda 21.yy Türkiye Enstitüsü Ortadoğu ve Afrika Masası’nın başkanıdır]