Gürbüz Özaltınlı: Biz bu kadar karamsar aydını neye borçluyuz?

Gürbüz Özaltınlı, Serbestiyet.com'da kaleme aldığı yazıda sıradışı bir soruyu gündeme getirdi: Biz bu kadar karamsar aydını neye borçluyuz

Gürbüz Özaltınlı: Biz bu kadar karamsar aydını neye borçluyuz?

Gürültü patırtı içinde yol alıyoruz. Köşelerden ekranlardan çığlık çığlığa bağrışıyoruz. Müthiş politik bir toplum olduk. Bir mola öneriyorum. Durup kısa bir düşünme, nefeslenme molası. Kuvvetli bir cevabım yok. Fakat gerçekten samimi, sağlam bir sorum var. Aydınlara dair.

Soru şu: Biz bu kadar karamsar aydını neye borçluyuz?

Cümlelerim çok basit olacak. Bu toplumun anlamlı bir çoğunluğu geleceğinden umutlu. İyi yönetildiğini düşünüyor. Kendisine değer verildiğine, çıkarlarının kollandığına, hayatının iyiye gittiğine inanıyor. Üstelik bu, on yılı aşkın süredir gittikçe artan sayıda insanın paylaştığı bir duygu. Dahası, gittikçe militanca, kendini meydanlara atarak, heyecanla sahip çıktığı bir hayat söz konusu…

Şu tuhaf tabloya ne demeli? Halk buraya doğru yürüdükçe solcular kızgınlaşıyor. Yoksullar, kenarda kalanlar, adam yerine konmayanlar coşarken; tarihte ilk kez Kürtler dizlerinin üstünde doğrulurken, Dersim özrünün üzerine; neredeyse taşlaşmış, yerinden oynatılamaz diye düşünülen Ermeni Katliamı’yla ilgili yüz yıllık devlet tabusu kırılırken aydınların kalemlerinden karanlık akıyor. Neden? Üstelik bahsettiklerim, öfkeli azınlığın; Kemalist sahillerin sözcüleri de değiller.

Özdil’leri, Özkök’leri, Ahmet Hakan’ları falan bu sorunun öznesi saymıyorum. Sözcü takımını falan zaten geçiniz. Kaybetmiş bir dünyanın rantını devşiren ve tabii bir pundunu bulsak da o günleri ele geçirsek diyen, güç oyunlarının tercihi belli aktörleri onlar. Ne karamsar sayarım onları ne de aydın… Ne yaptıklarını iyi biliyorlar.  Hayatlarında hiçbir zaman karşımıza bir idealle çıkmadılar zaten. Bir güce yaslanmadıkları gün olmadı. Her zaman büyük oyunun içinde oldular. Kısacası, fikirlerle değil çıkarlarla ilgilendiler. Bunları ayırmazsak sorunun önemi anlaşılmaz.

Benim sorum hakikaten fikirleri için yaşayanlara dair.

İsterseniz daha iyi anlaşılmak için kısa ve eksikli bir liste vereyim kendimce. Zaten imalarla konuşmak da pek hoş değil. Mesela, Murat Belge. Mesela, Ahmet, Mehmet Altan. Mesela daha sola doğru Oya Baydar, Nuray mert, Ahmet İnsel, Baskın Oran. En uzak düştüğümde bile sözüne kulak verdiğim Ömer Laçiner. Dahası, beni şiddetle şaşırtan ve hakikaten neden olduğunu bilemediğim biçimde zedeleyen Perihan Mağden. Hiç beklemediğim bir zamanda Ferhat Kentel. Erol Katırcıoğlu. Cengiz Aktar. Daha uzaklara doğru Nilüfer Göle. Hatta, nereye koyacağımdan emin olamadığım Hasan Cemal.

Cengiz Çandar, Mümtaz’er Türköne, Şahin Alpay gibi isimleri buraya katmayı diğerlerine haksızlık sayarım; fazlaca “organik” ve “operasyonel” izlenim veriyorlar.

Ne kadar çoklar değil mi? Peki neden?

Neden berbat bir geleceğe yol aldığımızı bu kadar içten, bu kadar kesin söylüyorlar? Bu sorunun cevabı; “çünkü onlar biliyorlar ama halk cahil” olabilir mi? Mutluluk bilgiyle ilişkilendirilebilir mi? Ya da onlar gibi düşünmeyen aydınlar; Halil Berktay’lar, Etyen Mahçupyan’lar, Süleyman Seyfi Öğün’ler, Cemil Koçak’lar… Genç kuşaktan gelen tanıdığınız parlak isimler ve sayamadıklarım… Bütün bunlar“satılık, hain, yalaka” olabilirler mi? Ya da karamsar aydınlardan daha mı az bilgililer? Bu sorunun“bilgiyi” ve “küçük çıkarları” aşan bir cevabı olmalı…

Şunu söylemiyorum: Eleştirilecek, tartışılacak, “böyle de yapmamak gerekir” denecek hiçbir şey yok. Hayır, iktidarı her adımında alkışlamak zorunda değiliz. Olmadık sertlikleri, ölçüsüz mücadele dilini, insani olan değerlerin gözden çıkarılışını onaylamaktan sözetmiyorum. Karanlık bir örgüt eliyle ve istihbarat teknikleriyle yürütülen siyaseti teslim alma hamlesine karşı Erdoğan’ın yanında durmak onun da tartışılmayacağı, eleştirilmeyeceği anlamına gelmez. Twitter’ın çifte standardına yapılan itirazı haklı bulsam da bunu “kökünü kazımaya” vardırmayı; toptan yasaklamayı içime sindirmek zorunda değilim. DİSK’in ikiyüzlü sicilini bilsem de, 1 Mayıs’ta Taksim’e el koymayı, barışçı bir gösteriyi kamu düzenini ihlal eden bir “şımarıklık” olarak görmeyi haklı bulmak zorunda değilim. Ya da Roboski faciasından sonraki söylem karşısında susmak zorunda da değilim…

Fakat hayır bu başka; bahsettiğim “aydın karamsarlığının” bu tür bir eleştirellikle ilişkisi yok.

Öyle böyle değil; herhalde okuyorsunuzdur, nasıl ağır bir karanlık çökmüş içlerine. Bu normal mi? Bunun üzerine düşünmeyecek miyiz?

Dediğim gibi, özgün bir cevabım yok. Sanırım “Kişisel değersizleşme, iktidarsızlaşma” tezlerine tutunabiliriz.

Kuşkusuz eğer aydınlardan söz ediyorsak bir küme seçip genellemeler yapmak çok güç. Çünkü her birisinin kendi özgün psikolojisi, birikimi ve kişisel tarihi var. Fakat bu kayıtla da olsa, farklı köklerden de gelseler bazı ortaklıklar gözlemleyebiliriz.

Söz konusu aydın kümesi; evrensel geçerliliğe sahip en anlamlı siyasal değerleri, -bütün problemlerine rağmen- batı modernleşmesinin ürettiğine dair güçlü bir inanca sahip. Doğulu yanımızla barışık değiller ve geleneğe güvenmiyorlar. Sadece güvensizlik de değil; derinlere işlemiş bir sevgisizlik söz konusu. Özellikle “İslamcılık” kolay aşılabilir bir tehdit algısı değil bu dünyada.

Geleneği; aşılması, Batı formlarıyla barıştırılması gereken bir değerler dünyası olarak kodluyorlar. Kendilerine biçtikleri misyon da bu. Dindarların özgürlükleri için verdikleri mücadeleye destek olmaları bu gerçekle çelişmez. Aynen göçmenlerin haklarına duyarlı Batı kamuoyunun gücün onların eline geçmesini istemeyeceği gerçeği gibi.

Çoğunluğu, siyasal aktivizm günlerinden geçtiler. Siyasal denemelerin içinde yer aldılar. Evet başarılı olamadılar. Fakat en içeriden bir ses bu başarısızlığın “geçici bir tarihsel kesitin elverişsizliğiyle” ilgili olduğunu söyledi onlara. Sorun yapısal değil, evrimin neresinde olduğumuzla ilgiliydi. Söylem düzeyinde “tarihin kaçınılmaz akışı” anlayışını reddetseler de“doğal evrimin” modernleşmeye yöneldiğine, modernleşmeyi de Batı hayatının temsil ettiğine içtenlikle inandılar. “Henüz” sosyolojik karşılıklarının olmadığını görüyorlardı. Fakat,“henüz”

Bu bakış, temelli bir iktidarsızlaşma duygusuna izin vermiyordu. Gün gelir kadir kıymet bilinirdi. Sosyolojik süreçler sabır gerektirirdi.

Önemli bir kısmı AKP’yi askerî vesayete karşı yürüttüğü mücadelede destekledi. Bu mücadeleyi Batı modernleşmesine giden yolda bir istasyon olarak gördüler. AKP’nin bu maceranın nihai taşıyıcısı olamayacağından, kendileri gibi düşünen bir siyasi harekete dönüşemeyeceğinden neredeyse emindiler. Çünkü “has Doğu’dan” bir “has Batı” çıkmazdı.“Melezleşme” ise olsa olsa “örtük Doğu” ya da “yolun yarısıydı”…

“Dönüştürücü barutun tükenmesi” tartışmalarını hatırlayın. Heykel, operaya mescit, dindar nesiller, içki, kürtaj tartışmalarının dozunu düşünün. Bütün bu konularda görüş ayrılıkları ve tartışmaların olması kuşkusuz ki doğaldır. Batı rejimlerinin yerleşik siyasal rekabetinde de bu tartışmaların benzerlerini görürsünüz zaten. Fakat bizde bu konular rejim içi tartışmalar gibi ele alınmadı. Başlı başına siyasi rejimin niteliğini tayin eden sorunlar kıvamında, devrim-karşı devrim keskinliğinde yürütüldü. Gördükleri her şeyi Batı referansları üzerinden süzdüler ve AKP’nin beklendiği gibi nefesinin kesildiğine; “değişimin” yeni taşıyıcılara, yani kendilerine ihtiyaç duyduğuna inandılar.

Gezi, bu bakımdan çok önemlidir. Bu kadar büyülü kılınması, neredeyse mistik anlamlar yüklenerek fetişleştirilmesi rastlantı değildir. Hiçbir siyasal kalıcılık vadetmeyen; siyasal bir programa, üzerinde düşünülmüş, işlenmiş ortak fikirlere bağlılık işareti vermeyen, ham tepki duygularıyla tam bir katarsis görüntüsü içinde spontane olarak sokaklara çıkan marjinal bir sosyolojiye ve ona daha sonra eklenerek bildik “devrimci muhalefet” eylemciliğini hâkim kılan çevrelere yapılan yakıştırmalar,“aranan sosyolojinin bulunduğu”na dair heyecanın tezahürüdür.

Algıda seçiciliğin tavan yaptığı günlerdi.

Muhafazakâr siyasetin devasa Kürt sorunun halli yolunda attığı barış adımında demokratikleşme değeri bulamayanlar, “sokaklardan devirelim”ci “direnişte” demokratik geleceğimizin cevherini keşfettiler.

Bu illüzyondan da geriye hayal kırıklığından başka bir şey kalmadı sanıyorum.

Artık iyice anlaşılıyor ki; biz kendi toplumsal sorunlarımızı, kendi tarihsel özelliklerimizin ve dinamiklerimizin belirlediği yönde çözmeye çalışacağız. Kürt sorunundan refahın dağılımına, özgürlüklerden kalkınmaya, Batıyla ilişkilerden Ortadoğu’daki rollere kadar tüm konularda muhafazakâr sosyoloji ve onun politika yapıcıları en etkin aktörler olacak. Bu ise yukarıda değerlendirmeye çalıştığım “Batıcı aydın” figürünü aşırı etkisizleştiriyor; iktidarsızlaştırıyor. Üstelik bu gidişin tersine çevrilmesine dair her deneme sonuçsuz kalıyor.

Giderek, sorunun zannedildiği gibi konjonktürel değil yapısal olduğu herkesçe seziliyor. “Biz her şeyi kendimize benzetiriz” yakınmaları boşuna değil. Muhafazakâr dünyanın kalıcı biçimde siyasete ağırlık koyuşunu “zenofobik ideolojik formasyonla” açıklamak da öyle…

Markar Eseyan’ın son zamanlarda üzerinde çalıştığı Batı paradigmasıüzerine denemelerini ben önemli buluyorum. Bu tartışmanın derinleşmesi hepimizin hayrına olacaktır.

Zira Halil Berktay’ın bana çarpıcı gelen deyimiyle “yeni bir normalite üretilmesine” çok ihtiyacımız olduğu kanısındayım.

Kendi gerçeğimizi tanıyan, onunla barışan, maceramızı küçümsemeyen, onun imkânlarına burun kıvırmayan bir normalite…

Yoksa toplumun çoğunluğu mutlu yaşarken bizim içimiz çöle dönebilir.

Gürbüz Özaltınlı/Serbestiyet.com