Çevre politikalarının Avrupa'daki enerji krizine etkisi
AB'nin 2050 yılında net karbon sıfır bir bölge olmayı kabul etmesinin enerji sistemleri açısından ciddi bir yük yaratması söz konusu.
Prof. Dr. Levent Kurnaz, enerji krizinin Avrupa Birliği'nin çevre politikalarına etkisini kaleme aldı.
***
Sanayileşme, 18'inci yüzyılın sonlarından itibaren İngiltere'den başlayarak dalgalar halinde yavaş yavaş önce Batı Avrupa'ya, sonrasında da Avrupa'nın geri kalanı ile Amerika Birleşik Devletleri (ABD), Japonya ve Avustralya'ya yayıldı. Sanayileşmede öncü olan devletler aynı zamanda da maddi olanaklarını hızla artırarak günümüzün zengin ülkeleri oldular. Öte yandan, sanayileşmenin ilk dönemlerindeki çevresel sorunları da en yoğun biçimde yaşadılar. Dolayısıyla bugün bu ülkelerin önemli bir kısmı, kendilerini sanayileşmenin çevresel sorunlarından korumak üzere bir bilince sahipler ve bu yönde çaba sarf ediyorlar.
Enerji krizinin ana nedeni salgın ya da Rusya-Ukrayna çatışması değil yeryüzünün yavaş yavaş girmekte olduğu kaynak krizi ve yaşadığı çevresel sorunlardır.
Zenginleşmiş ülkeler arasında bu bağlamdaki öncülüğü de Avrupa Birliği (AB) üstleniyor. Nitekim, belirli bir ekonomik seviyeye ulaştıktan sonra daha kirli olduğunu düşündüğü teknolojileri diğer ülkelere taşıyan AB, bu ülkelerden ise sadece son ürünleri satın alarak "temiz" kalabilme üzerine bir politika yürütme çabasındaydı.
Ancak iklim değişikliği ile birlikte bu plan biraz sekteye uğradı çünkü iklim krizi yerel bir sorun değil. Siz çimento üretimini fazla karbondioksit salınımına neden olduğu için diğer ülkelere kaydırabilirsiniz ama onların salacağı karbondioksit aynı atmosfere eklenip sizi de benzer şekilde etkilemeye devam edecek. Bu nedenle 1990'ların sonuna doğru, özellikle Avrupalı bilim insanları ve çevre aktivistleri arasında sadece Avrupa'yı değil tüm yeryüzünü korumaya yönelik bir bakış açısı gelişmeye başladı. Bunun en önemli örneği olarak Stockholm Resilience Center öncülüğünde yapılan Gezegenin Sınırları (2009) çalışmasını verebiliriz. Bu çalışma insanlığın şu andaki yaşam tarzı ile doğaya ne derece zarar verdiğini ve hangi noktalarda bu zararın doğanın kendisini tamir etme yetisini aştığını gösterdi. Daha sonra hazırlanan Birleşmiş Milletler Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları, Paris Anlaşması ve Avrupa Yeşil Mutabakatı bu düşünceyi merkezine oturttu. Bu bağlamda en önemli konu iklim değişikliği olsa da diğer tüm çevre problemleri de değerlendirmeye alınmış oldu.
Yeryüzünün insanlığı kaldırma kapasitesini aşıyoruz
AB'de çevre politikaları her ne kadar bu eksende gelişse de iki önemli sorun daha ortaya çıktı. Bunlardan ilki nüfus artışı. İnsan nüfusunun bu sene içinde 8 milyarı aşması bekleniyor. İkinci sorun ise artan nüfusun gelişmişlik seviyesinin ve dolayısıyla da ihtiyaçlarının artmasıdır. Bu iki faktörü çarptığımızda ise yeryüzünün insanlığı kaldırma kapasitesini yavaş yavaş aşmaya başladığımızı görmek mümkün.
Bugün içinse karşımızda birkaç önemli sorun duruyor. Bunların ilki enerji fiyatlarındaki artış, diğeri gıda fiyatlarındaki yükselme, üçüncüsü ise neredeyse tüm ülkelerde görülen yüksek enflasyon ve son olarak da ciddi bir hammadde tedarik sorunudur. Bu problemlerin tümünü Covid-19 salgını ve Rusya-Ukrayna krizi bağlamında açıklamaya çabalasak da eldeki veriler bu sorunların tamamının salgın baş göstermeden önce kendisini belli ettiğini gösteriyor. Bu sorunların ardında yatan ana sebep de bizim hem çevresel kirlilik hem de kaynak kullanımı açısından gezegenin sınırlarını aşmakta ve belki de bazı alanlarda aşmış olmamızdır.
Basit bir örnekle açıklarsak, geçmişte ülkemizdeki elektrik enerjisi kullanımı kış aylarında yoğunlaşıp yaz aylarında azalırdı. Ancak son senelerde elektrik enerjisi kullanımının en yoğun olduğu dönem yaz aylarının sıcak günlerine denk geliyor. Bunun ardındaki temel sebep, artan nüfusla birlikte insanların serinlemek için daha fazla klima kullanabilecek refah seviyesine ulaşabilmeleri. Dolayısıyla dünya genelinde artan refah seviyesiyle birlikte enerji tüketiminin de arttığı söylenebilir. Buna karşın enerji kaynakları artan talebi kolayca karşılayabilecek hızda artmıyor.
Avrupa Birliği'nde çevreci hareket yükseliyor
AB'ye döndüğümüz zaman son senelerde politikaları yönlendirmekte söz sahibi olmaya başlayan yeşil/çevreci hareketleri görüyoruz. Bu grubu kabaca ikiye ayırmakta fayda olabilir. İlk kesimde olgun ve Soğuk Savaş döneminde nükleer silahların gölgesinde yetişmiş bireyler bulunuyor. Bu grup için tüm çevre problemleri önemli, ama nükleer enerji ile ilgili problemler daha önemli. İkinci kesimi ise popüler tabirle Y ve Z kuşağı diyeceğimiz, 1980 sonrası doğumlular oluşturuyor. Bu grup için nükleer tehdit, büyüklerinden öğrendikleri, ama iklim krizi de dahil olmak üzere diğer çevre sorunları ise günlük yaşam içerisinde karşılaştıkları problemlerdir. Bu iki grup birlikte hem nükleer enerjiye hem de iklim krizine karşı savaşıyor.
Avrupa Yeşil Mutabakatı bu resmin hakim olduğu bir düşünce ile ortaya çıktı. Öncelikle iklim ve çevre problemlerinin çözüme kavuşturulması çok önemlidir. Ancak bunun sadece Avrupa içinde gerçekleştirilmesi yeterli olmayacaktır, çünkü bir yandan iklim krizi sadece Avrupa ile çözülecek bir problem değildir, diğer yandan ise eğer bu konularda sadece AB elini taşın altına koyacak olsa ekonomik gelişme bağlamında diğer ülkelerin ve özellikle Çin'in gerisinde kalacaktır.
AB'nin Yeşil Mutabakat ile yapmaya çalıştığı kendi üreticisine çevre ve iklimi koruma bağlamında kurallar koymanın ötesinde bu kurallara tabi olmak istemeyen üreticilerin ekonomisi gelişen ülkelere kaçarak üretim yapmalarını ve ürünleri AB'ye ihraç etmelerini engelliyor. Uzun vadedeki hedef Avrupa Yeşil Mutabakatı'nı aslında bir Dünya Yeşil Mutabakatı haline getirecek sistemi kurabilmek. Bu düşünceye ABD ve Çin de katılıyor ancak AB içindeki muhalifler de dahil çoğu grup Birliğin bu bağlamda "çok hızlı gittiğini" düşünüyor.
Enerji alternatiflerinin Avrupa'ya getirdiği yük
"Çok hızlı gitmek" ile kastedilen enerji ve üretim sistemlerinde gerekli geçişlerin yapılmadan harekete geçilmesidir. Yani AB, enerji ihtiyacının önemli bir kısmını hala kömür, doğal gaz ve nükleer enerjiden karşılarken böyle bir adım atmanın erken olduğu düşünülüyor. Ayrıca, özellikle Almanya'da (ve Japonya'da) Fukuşima kazası sonrasında nükleer santraller hızla kapatılıyor. Kapatılan bu nükleer santrallerden sağlanan enerjinin yeri ise yenilenebilir kaynaklarla değil de kömür ile sağlanmaya çalışılıyor. Bu da çevreci gruplar arasında yüzeyde fazla konuşulmasa da "Nükleer mi? İklim mi?" şeklinde bir kafa karışıklığına yol açıyor.
Son olarak, AB'nin 2050 yılında net karbon sıfır bir bölge olmayı kabul etmesinin enerji sistemleri açısından ciddi bir yük yaratması söz konusu. Dolayısıyla, bir yanda kaynak kısıtlılığı, diğer yanda da iklim krizi Birliğin verdiği sözleri tutmasını oldukça zorlaştırdı. Avrupa'daki üreticilerin ve Avrupa dışındaki zengin ülkelerin AB'nin Yeşil Mutabakat konusunda vitesi küçültmesi gerektiğini söyledikleri bir ortamda salgın ve Rusya-Ukrayna krizi patlak verdi.
Avrupa Parlamentosu, Yeşil Mutabakat'ın temelinde yer alan konulardan biri olan enerji taksonomisinde nükleer enerji ve doğal gazı çevreci enerji türleri olarak kabul ederek bu konuda Avrupa'da yaşanan önemli davranış değişikliğini ortaya koydu. AB içerisindeki teknokratlar ve politikacılar arasında bu bağlamda yaşanan tartışmada Rusya-Ukrayna krizi bir araç olarak kullanılıyor. AB, Rusya'dan alacağı doğal gaz tehlikeye girmiş olmasına rağmen taksonomide doğal gazı yeşil kabul ederek bir noktada 2050 net sıfır karbon hedefine ulaşılmasının zorluğunu şimdiden kabul etmiş durumda. Rusya'dan gelen doğal gazın kesilmesini yenilenebilir enerjideki artışla değil ABD'den satın alacakları kaya gazı ile telafi etmeyi planladıklarından hem salgın hem de savaş krizleri iç politikada atılacak adımlar açısından güzel bir bahane oluşturuyor. Ne yazık ki gerek Avrupa'da gerekse de diğer ülkelerde görülen enerji krizinin ana nedeni salgın ya da Rusya-Ukrayna çatışması değil yeryüzünün yavaş yavaş girmekte olduğu kaynak krizi ve yaşadığı çevresel sorunlardır.
***
[Prof. Dr. Levent Kurnaz Boğaziçi Üniversitesi İklim Değişikliği Politikaları Merkezi müdürü ve iklim bilimcidir]