Bu toprağın evladıyım tabi ki Osmanlı'yı yazacağım
Yeni Şafak Gazetesinin Pazar eki Yazar Elif Şafak ile bir söyleşi taptı... İşte o söyleşi:
Elif Şafak okuyucularını Ustam ve Ben romanıyla 16. yüzyıl Osmanlı dünyasında renkli ama bir o kadar da heyecanlı bir yolculuğa çıkarıyor. Elif Şafak'la yeni romanından hareketle Osmanlı ve etrafındaki dünyayı, oryantalizmi ve ismi geçtiğinde muhakkak zikredilen romanlarını İngilizce kaleme alma meselesini konuştuk.
Bir romancı olarak Osmanlı dünyasına bakışınız nasıl?
Osmanlı'da sevdiğim, kalbimi ısıtan çok şey var ve ben bunları söylemek istiyorum. Ancak eleştirdiğim, içimi acıtan, keşke bunlar olmasaydı dediğim şeyler de var. Ben bunları da söylemek istiyorum. Biz futbol takımı tutar gibi ya şu taraftayız, ya bu taraftayız. Böyle tarih okuması olmaz.
Soğukkanlılıkla bakamıyoruz değil mi?
Kesinlikle. Maalesef çok duygusalız, bu güzel bir yerde, ama tarihe de duygusal bakıyoruz. Bir de şöyle bir hata yapılıyor. Cumhuriyet tarihi boyunca ilerleme, Batılılaşma, modernleşme adına geçmişte ne varsa bir kenara itildi. Bu şekilde ilerlemenin mümkün olduğu zannedildi. Bu bir zandı bence. Sonra bu, karşıtını doğurdu. Karşıtı da ecdadımız ne yaptıysa doğru yapmıştır, dedi. Eleştiri kabul etmedi.
Öyleyse ne o ne bu?
Ne tarihe sırtımızı çevirmek ve Doğu'da ne varsa kötü diye ilan etmek ne de ecdadımızın her yaptığına doğrudur demek. İkisi de sağlıklı bir yaklaşım değil. Bir kere tarih bilincine sahip olmamız, sevmemiz ve sakin olmamız lazım, öfkelenmeden… Onun için soğukkanlılık çok önemli.
YALITILMIŞ BİR OSMANLI YOK
Bir de Osmanlı sanki tek başınaymış gibi algılanıyor hep. Neden kaynaklanıyor bu?
Öyle etrafındaki dünyadan yalıtılmış bir Osmanlı yok. Tam tersine başka toplumlarla, kültürlerle çok ilginç diyaloglar sürdüren bir Osmanlı var. Roma- İstanbul diyaloğu bence ilginç bir diyalog. Bir de ben sadece Batı'yla değil, Doğu ile olan diyaloğuna da dikkat çekmek istiyorum. Doğu'da koskoca Müslüman bir imparatorluk var. Ve bu iki imparatorluk arasında gidip gelen elçiler, hacılar, casuslar, tüccarlar, âlimler, seyyahlar var. Bunları düşünmüyoruz. Onun için romandaki filin Doğu'dan gelmesi çok önemliydi. Ben Osmanlı'ya Doğu'dan yaklaşmak istedim.
Özellikle mi bunu yapmak istediniz?
Evet. Çünkü Batı'dan baktığımızda hep şöyle bir algı çıkıyor: Orada var burada yok. Orası artılar burası eksiler listesi.
Ama bizde oryantalizm yakıştırması çok kolay yapılıyor sanki?
Maalesef. Osmanlı hakkında yazarsanız oryantalistsiniz, tasavvuf hakkında yazarsanız oryantalistsiniz. Eee, ben bu toprakların evladıyım. Niçin yazmayayım bu toprakların tarihini, kültürünü, felsefi değerlerini. Bunları yazmayayım da neyi yazayım? Bu yüzden 'otomatik oryantalizm' suçlamasına ben kuşkuyla bakıyorum.
UNUTULANLARIN HİKÂYESİNİ ANLATTIM
16. yüzyıl Osmanlı tarihinde çok zengin bir karakter kadrosu var. Bunların içinden Mimar Sinan'ı seçmenizin sebebi neydi?
Kitapta ben öğrenme aşkının peşine düşmek istedim. Benim için en başat kavramlardan biriydi. O gözle tarihimize bakmak istedim. Bizim tarihimizde bu öğrenme aşkını en iyi taşıyan, yaşayan, sırtlayan insanlar kimlerdi dediğimde karşıma Mimar Sinan çıktı. Sinan bunun müthiş bir örneği. Sinan'a karşı öteden beri ilgim vardı. Bütün bir ömür boyu öğrenci kalmış biri. Noktayı koymamış, usta olduğu halde. Hakikaten öğrenci ruhuyla yaşadığını, öğrenmeye açık olduğunu düşünüyorum onun. 16. yüzyıl Sinan'dan dolayı geldiğim bir yüzyıl. Sinan başka bir yüzyılda yaşasaydı o yüzyıla gidecektim.
Sinan yalnız değil ama bu romanda…
Evet. Çünkü Sinan'ı ben ancak çıraklarıyla, kalfalarıyla, işçileriyle, onunla beraber nefes alan yüzlerce canla algılayıp anlatabilirdim. Böyle bir Sinan ve Osmanlı anlatmak istedim. O yüzden çok sesli, çok renkli bir Osmanlı panoraması var bu romanda.
'Sıradan insanlar' da var bu romanda yani
Ben bunu amaçladım. Ama açık konuşmak gerekirse biz insansız bir tarih anlatıyoruz. Padişahları, paşaları da anlatalım, ama onları anlatırken diğerlerini unutmayalım. Hiç kimse sıradan değil. Onların hikâyesi neydi? Bunu yaptıkça insanlar tarihi hissedebilir, gönül bağı kurabilir. Yeniçeri olmak nasıl bir şeydi? O dönemde yaşayan cüzzamlı bir dilencinin hayatı nasıldı? O yüzden ben bu kitapta unutulanların hikâyesini anlatmak istedim.
Kültür su gibi akmalı
Romanın baş kahramanı Çırak Cihan. Neden bir çırağı seçtiniz?
Ben yitirdiğimiz değerlerden biri olarak görüyorum usta-çırak ilişkisini. Bu kurumsallaşmıştı aslında. Çok kıymetli kültürel bir zincir vardı. Bu bir insanın 'Tamam ben artık usta oldum' diyerek kendini hiyerarşide üste koyup bir başkasının üzerinde tahakküm kurması değil. Ben şunu anlıyorum: Hepimizin hayat boyu öğrendiği bir zanaat var: O zanaatın inceliklerini, hünerlerini kendimizden sonra gelen gençlere devretmek ki, o da devretsin, o da… Kültür su gibi akslın.
Hâlbuki bugün tam tersi öyle değil mi?
Maalesef. Herkes sıfırdan başlamak zorunda kalıyor bir anlamda. Bir yerlere gelenler de kendi koltuğunu tutmak için kimseye bir şey öğretme gereği duymuyor. Hâlbuki bizde el vermek vardı, usta-çırak ilişkisi vardı. Bunu anneannelerimiz, dedelerimiz bilirdi… Onlara hep gönderme yapmak istedim. O yüzden de kitabın adı Ustam ve Ben.
Nasıl bir Osmanlı portresi çıktı karşınıza?
Ben çok kültürlülüğü kaybederek çok şey kaybettiğimize inanan bir insanım. İnsan bu dünyada ne öğrenecekse kendine benzemeyenden öğrenir, kendi gibi olandan öğrenmez. Osmanlı'nın en güzel yanlarından biri her kökenden insanla çalışması. Birlikte bir şey vücuda getirmek, herkesin alın teri ve kaderleri birbirine karışıyor. Biz bunun güzelliğini anlayamadık.
Eski Türkçe kelimelerin kaybolmasına razı değilim
Sizinle ilgili çok tartışılan bir şey var: Romanlarınızı İngilizce yazmanız. Nasıl oluyor bu?
Yaklaşık 10 senedir romanlarımı İngilizce yazıyorum. Sonra çok kıymetli çevirmenler tarafından Türkçe'ye çevriliyor. Çeviri bittiğinde ben o metni yeniden, ilk satırından son satırına kadar her şeyi değiştirerek yazıyorum. Çeviri okumuyorsunuz o anlamda. Bazen bana soruyorlar orijinali hangisi diye. Ben de diyorum ki ikisi de orijinal.
Ben diller arası yolculuk yapmaktan keyif alıyorum. Ben dili seviyorum. Başından beri dile sevdam var. Gündelik hayattaki Türkçeyi yeterli bulmuyorum. Bulmadığım için de Osmanlıcaya doğru bir serüvene çıktım.
Bunları konuşmak çok zor…
Evet. Hemen yaftalar yapıştırıyorlar. Hiçbir Osmanlıca kelimenin kaybolup gitmesine gönlüm razı olmuyor. Çünkü hayal gücümüz, ifade etme yeteneğimiz daraldı. Dile meraklı, dile aç ve dil çalışmayı seven bir insanın seyrüseferi var.
Ben anadilimi çok seviyorum. Birkaç yerde Türkçeyi yetersiz bulduğum için İngilizce yazdığım söylendi. Ben böyle bir şey demedim, demem de. Türkçe benim, annemin, anneannemin, çocukluğumun dili, nasıl sevmem. Ama bir başka dilde yazmak da bana bir şey daha kazandırıyor.
Peki bu fikirler ve hissiyat size İngilizce mi geliyor?
Evet. İngilizce de çok okuyorum ben. Yabancı kaynakları da okuyorum. Bir de ben 10 yaşımdan beri İngilizce yazıyorum. Bu bana sonradan gelmiş bir sevda değil. Benim çocukluğum böyle geçti. Hayatı hep böyle algıladım. Türkiye'den kopmadan, dünya vatandaşı olunabileceğine inandım. Birden fazla dilde rüya gören insanların yüzyılıdır bu. Arapça öğrenirsiniz, Arapça görürsünüz rüyalarınızı, ya da Fransızca… Rüyalar âleminde böyle hudutlar yoksa edebiyatta niye olsun ki?
İstanbul içimi acıtıyor
Sinan'ın İstanbul'u ile bugünün İstanbul'u desem size, ilk cümleniz ne olur?
İçimizi acıtıyor derim vallahi. Bence Sinan'ın hayatından hepimiz için çıkarılacak dersler var. Kim olursak olalım. Onun çıraklarına yazdığı bir mektup var. Unutmayın diyor, şehirlerinde insanlar gibi bir canı, bir bedeni var. Bu anlamda usulsüzce çakılan her çivi şehrin etine çakılmış gibidir. Şehirlerin bile canını acıtmayan bu mirası yok saymaya hakkımız var mı?
Ve bunu çok zor bir anda söylüyor…
Evet. Çünkü Ayasofya'nın etrafındaki gecekondulaşmayı ortadan kaldırmak için birçok insanı da hoşnutsuz etmesi lazım. Onlardan tepki alacağını bile bile söylüyor. Çünkü şehrin ruhunu korumak çok önemli Sinan için. Biz bunları çok unuttuk. Sinan'ın hayatından öğrenecek çok şeyimiz olduğunu düşünüyorum.
Romanı yazmadan önce eserlerini gördünüz mü?
Süleymaniye'den başlayarak dolaştım Sinan eserlerini. Süleymaniye'yi kitabı yazmadan önce, yazarken ve yazdıktan sonra üç kere gittim. Her seferinde de farklı bir Süleymaniye gördüm karşımda. O tamamen benden kaynaklanıyor tabii. Öğrendikçe, düşündükçe daha farklı bir şey yakalıyorum. Süleymaniye bu haliyle bana, hani bazı kitapları kendi ömrünüzün farklı dönemeçlerinde yeni bir gözle okursunuz ve daha önce keşfetmediğiniz birçok ayrıntıyı fark edersiniz.
Bizim hayatımız hakikaten çok sıkıcı
Romanlarınızı kaleme alırken nasıl bir ruh halindesiniz?
Hakikaten bizim hayatımız çok sıkıcı. Gençler zannediyorlar ki yazarların hayatı çok renkli, eğlenceli, keyifli, maceraları falan. Öyle bir hayat yok. Özellikle yazarken tamamen kitaplar, okumalar oluyor hayatımda. Bu benim için külfet değil, nimet. Sevdiğim bir şey. Romanımı yazarken yazı süreci çok başat. Her şeyimi de o belirliyor. Mümkün olduğunca dışarı çıkmıyorum, kozama çekiliyorum. Uyum sağlayamıyorum çünkü hayata. 16. yüzyıldaysam o yüzyılda kalmak istiyorum. Bu yüzden yazım sürecinde asosyal bir yanım var benim.
Tek benzerlik kapaktaki filler
Bu kitapla ilgili de yine bir intihal iddiası gündeme geldi. Ne diyorsunuz?
Seneler içinde bana hep aynı insanlar bu tür saldırılarda bulunuyorlar. Tamamen desteksiz olarak, çünkü daha roman matbaadan gelmemişken bunun intihal olduğunu söylediler. Müthiş bir vicdansızlık bu. Romanı okursunuz, beğenmezsiniz, başımın üstünde yeri var. Ama uzaktan çamur atmak, bir insanı sırf yıpratmak için yapmak bu bir vicdansızlık. 480 sayfalık bir kitaba 'Bunun da kapağında fil var, onun da kapağında fil var. Bu kitap çalıntı' dediler. Kimse de çıkıp demedi ki 'Ya hu el insaf'!
Kaynak: Yeni Şafak
Yazının orjinal lingi:
http://yenisafak.com.tr/pazar-haber/bu-topragin-evladiyim-tabi-ki-osmanliyi-yazacagim-29.12.2013-598223