Beton kentler müslüman şehri yutuyor
MODERN ŞEHİRLER İNSANLARA DİNİ GEREKLERİ YERİNE GETİREMEMEYİ VE İNSANİ DUYGULARLA HAREKET ETMEMEYİ HOŞ GÖRDÜRÜYOR. LÜTFİ BERGEN, KENTİ DURDURAN ŞEHİR İLE TEHLİKEYE DİKKAT ÇEKİYOR.
“Ve şehir ezanı duymaktır. “Erihna ya Bilal!”. Biri bizi ferahlatmalı. Otomobiller yollarda durmalı, tezgâhlar bırakılmalı, terazi kapanmalı, hırsız olmayan kapılardan fışkıran adamlar gök kubbeli mescidlerde saf tutmalı. Secdelerdeki gürültüyle haşyet duyulmalı, kıyamlardaki kıraat gözlerde yaşarmalı. Bu bir oyun değil, eğlence hiç değil. Yaşıyorsak ölmek içindir. Ölüyorsak dirilmektir sonsuzluğa. Taif’te taşlanıyorsak, bir şehirde oturacağız demektir.”
Lütfi Bergen Kenti Durduran Şehir’ini kendi deyişiyle; bu topraklarda yaşayan insanları “kentleşmenin” bize ait olmadığı fikrine döndürmek için kaleme almış. Yaşadığımız kentin, evimizin aslında Müslüman yerler olmadığını hatırlatırken Müslüman insanın mekân algısının daha farklı olması gerektiğinin de altını çiziyor her cümlesiyle. Kent hayatına adapte olmayı bir şekilde “Müslüman şehirlerden” uzaklaşmak olarak yorumluyor. Çünkü modern şehirler insanlara verdikleriyle dini gerekleri yerine getirememeyi ve insani duygularla hareket etmemeyi çeşitli sebeplerle hoş gördürüyor. Sonuç olarak tavizler tavizleri doğuruyor ve biz ne “Müslüman” bir şehirden ne de tam anlamıyla dinin bize gösterdiği şekilde kardeşçe bir yaşamak algısı taşıyan insanlardan bahsedebiliyoruz.
AİDİYET TOPRAKLA MÜMKÜN
“Öyle bir bina yap ki, güneşimin önünde gölge etmesin; öyle bir yol yap ki, karıncaların rızık yürüyüşleri üzerinde meşin ökçe olmayayım. Öyle bir Pazar kur ki, sattığım mal işsiz bırakmasın seni; anasından hür doğmuş adamı maraba kılmasın, dünyayı yese doymaz obura. Öyle bir akit ki menfaatim senin irezilliğin olmasın, diyenlerin diyarıdır. Şehir böyle bir şey olmaktır” diyor Lütfi Bergen. Bu cümlelerle açıklıyor kentin eksiklerini ve şehrin dinini. Şehrin bu gibi insanî ve vicdanî kaygılarla var olabileceğini ve “modernleşen kent”in bu ihtiyaca kesinlikle cevap veremediğini zaten böyle bir derdinin de olmadığını işliyor fikrimize. Gün geçtikçe artan gökdelenler insanların sahip oldukları birkaç metre karelik toprak üzerine dikiliyor. Toprak ile daireler takas ediliyor. Halk bu şekilde mülksüzleştiriliyor. Dairelere hapsolmuş nesiller türüyor. Dahası mezarlar bile betonlaşıyor. Önceki yüzyıllarda bir ayıba bulaşmış insanların üstü ziftle kaplanırdı ceza olarak şimdi ise medeniyettir deyip ziftle kaplanıyor toprak, ziftle kaplanıyor varlığımız, doğal olan ne varsa ne varsa insana ait “medeni kentler” için ziftle kaplanıyor. “Yaşanabilir her yerin kapitalistleştirilmesi anlamına gelen kentleşme/ yapılaşma/ betonlaşma mülkiyetin halktan ayrıştırılma işlemidir” cümlesi de bunu özetliyor ince bir sitemle. Toprak kıymeti azalmayacak ve eskimeyecek bir mülktür. Üstüne yapılan binalarınsa daha konulan ilk tuğladan ömürleri biçilmiştir. Bu yüzden toprağı alınan insan her yıl “ev”inin yaşlanmasını izlemeye mahkum edilmiş demektir. Bu seyirde zaman geçtikçe göçebelikleşmeye başlar toplum. Çünkü aidiyet toprakla mümkündür.
KENT, DERME ÇATMA DİNDARLIĞI DOĞURDU
Hızlıca betonlaşan kentler Müslüman şehirleri yutarken Müslüman insanları da sekülerleşmeye itiyor. “stadyum inşa eden bir Müslüman topluluk toplum olamaz, kitle olur ve seküler bir dindarlığı içselleştirir” diyen Bergen, bu gibi binalara gösterilen ilgiyi kabullenemiyor. Bir cami etrafına kurulan şehirlerden gelinen noktayı endişeyle tahlil ediyor. Otomobil koltuklarına hapsolmuş yolculuklara da, ahilik anlayışını bitiren AVM kültürüne de, kent hayatına adapte olmuş aceleci Cum’a namazına da tepkili Bergen. Zira bu değişikliklerle “aceleci, konar-göçer, derme çatma olanı dindarlık temsil ediyor” görüşünde. Ezan sesiyle ellerindeki işleri bırakan ve kıyama duran bir nesli özlüyor. İtirazları çok romantik gibi görünse de esasen neyi kaybettiğimizi ve nerede bulacağımızı hatırlatması bakımından son derece önemli. Büyümeyi ve kalkınmayı yüksek binaların sayısının çokluğuna bağladığımızda kaybetmeye başladık şehri. İnsanların barınma ihtiyacını karşılamak amacıyla mucizevi bir buluş gibi dört elle sarıldığımız toplu konutları inşa ederken mimari planlarını o evlerde Müslümanların da oturacağını hesap etmeden yaptığımız için kent avucunun içine aldı hepimizi. Namaz kılan insanlara sorun; en basitinden abdest almanın bile bu yeni mimari anlayış içinde ne kadar meşakkatli bir hâl aldığını söyleyeceklerdir size. Yaşlılar, engelliler, çocuklar düşünülmeden yapılan ancak reklamlarına baktığınızda adeta cenneti müjdeleyen yeni bir kent algısı gözlerimizi kamaştırıyor. Ancak bu kentlerde insanın insanla temasının nasıl sıfırlandığını düşünürsek komşuluğu neredeyse akrabalık kadar birbirine hak sahibi yapacak derecede önemseyen bir inancın buralarda hayatiyetini sürdürebilmesinin zorluğu da ortada.
Kenti şehir yapan içinde yaşayan Müslümanlar ve yaşanılan Müslümanlıktır; “… Çünkü Peygamber (s.a.s) Mekke’ye değil de bir avuç adamın Müslüman oldukları için etnik kimliklerini bir kenara itip, akrabalarını terk edip, mallarını, evlerini, hatıralarını, ucu cigarayla yanıp defalarca okunup buruşturulup atılmış bir mektup gibi fırlatıp, kendisine hicret ettikleri, Müslümanca yaşamayı toplulukça ahdettikleri beldeyi Yesrib’i “Medine/Şehir” ilan etmiştir. Şehir denen şey Müslüman’dır. O’nu ne bir ayağı sabir tutup herkesi bağrına basan adamaların pergel metaforuyla ve ne de modern yüzyılların kent dindarlığı ile açıklamanız mümkün olmayacak.” diyen Lütfi Bergen kentin dayatmacı hayat algısına karşı Müslüman bilincinin uyanık olması gerektiğini tembihliyor.
Kenti Durduran Şehir
Lütfi Bergen
MGV Yayınları