28 Şubat'ın şiirini yazamadık
“28 ŞUBAT DA NEYMİŞ?” DİYEN BİR SÜRÜ GENÇ VAR. BİZİM YAŞADIĞIMIZ SIKINTILAR BUHARLAŞMAYA BAŞLADI. ÇÜNKÜ BİZ BUNUN ŞİİRİNİ YAZAMADIK, FİLMİNİ YAPAMADIK, MÜZİĞİNİ BESTELEYEMEDİK.
Şiirleriyle uzun süredir dikkat çeken isimlerden biri Ayşe Sevim. Bu yıl şiir alanında ESKADER ödülünün sahibi olan Sevim, geçen ay İşlenmemiş Suç’la çıktı şiirseverlerin karşısına. Ayşe Sevim’le şiirini oluşturan kelimeleri ve sesleri konuştuk.
Güneşe Yolculuk adlı romanınızda “Yusuf’a ve onu koruyan tüm meleklere” dediniz. İşlenmemiş Suç’a da “Gördüğüm en güzel şiire, ülkeme” diyerek başlıyorsunuz. Şairin ithafı da şiir midir?
Sadece sanat eserini değil, herhangi bir emeği ithaf etmek, bir bakıma: “Ben aradan çıktım, tüm bunlar senin için” demek oluyor. İnsan hayatı bile ithaf edilebilir. Mesela velilerin hayatlarına bakın, hepsi Peygamberimize ithaf edilmiş gibidir. Buradan bakınca şairin ithafının değil, ithafın başlı başına şiir olduğunu düşünüyorum.
“Yanan bir eve dalan anne gibi” giriyor eve besmele, şekerliği anne duasıyla dolduruyorsunuz. Yasinlerden sedye yapılıyor ve bir Fatiha’nın içine saklanıp geliyor ölüler…” Fatiha suresi altı ayetten oluşuyor. Siz de kitabınızda tam altı kere hatırlatıyorsunuz bize Fatiha’yı. Sizin şehriniz nasıl bir şehir?
Şehir aynı da bu şehirde yaşayan kimi insanlar farklı. Onları gördüm. Dokundukları şeylere musiki katıyorlar. Benim şiirim bu insanları görüp de onlardan olamayışımın şiiridir aslında. Onlarla yan yana yaşayıp onları fark etmeyen insanlardan da değilim. Araftayım yani… Siz ayetlerin sayısıyla şiir de geçen Fatiha kelimesine dikkat çekmişsiniz. Bu bilerek yaptığım bir şey değil. Başkası bunu: “Hep aynı imgeyi kullanmışsınız” diye de görebilirdi. Demek ki kıymetli bir bakış açınız var.
“Herkes kendini ikna eder sevgilim” dediniz İkna şiirinizde. Peki, şair nasıl ikna eder kendini?
Şair, kelimelerin nasıl sadece sözlük anlamlarıyla ilgilenmezse olayları da tek cepheden incelememeli. Aslında hiçbir insan bunu yapmamalı. Vicdan, nazlı bir ses. Onu dinlemediğinizde size fısıldamayı bırakıyor. Kişi de kendini ikna ediyor hemen. Şiirde geçtiği gibi şehri bombalayan pilotlar da kahraman olduklarına ikna olabiliyor. Çanakkale Savaşı’nda düşman kimyasal silah kullanmaya karar verdiğinde vicdanları onlara, bunun insanî bir davranış olmadığını fısıldamıştı. Churchill de ayağa kalkıp Türklerin zaten insan olmadığını söyledi. Buna kim inanır düşünelim. İkna olmak isteyen tabii ki...
Kullandığınız sesler ilginç. Cetvelle çizilen, kına yakılan, ok atılmış ve yaprak hışırtılı sesler... Zihnimizdeki “ses” kalıplarını yırtıyorsunuz. Saydam, siyah, beyaz tenli. “Çay yerine flüt sesi içmek”, “kış mevsimini mp3’e yüklemek” …
“Sesinde falçatayla atılmış bir iz var” bu da son şiirimizden. Ses benim için mühim. Ne anlatıldığını dinlemeyip sadece sesi dinlediğim zamanlar oluyor. Alçalmalar, yükselmeler... Sesin içinde canlı bir şey var. Yoksa müzik bizi böyle darmadağın edemezdi. Hepimizin sesine yaprak hışırtısı karıştığı anlar, ok atıldığı zamanlar olmuştur. İnsanı da güzel kılan şeylerden biri de bu sanırım.
“Sözlükler üvey anne/ üstü açık uyutuyorlar tüm kelimeleri” diyorsunuz. Yol: şehrin sırtındaki kırbaç izi. Tabanca: ailesinden geriye sağ kalan adamın bayram sabahı. Deli:gölgesine sinek ilacı sıkan bir haşere. Aşkın yeni kimliği nedir sizce?
Eski kimliğini neyse odur herhalde. Biz âşık olamadığımız için bilemiyoruz. Fakat âşık olamasam da aşka bir hayranlığım var. Mesela bir insan dalgınlaşırsa ona biz: “Âşık mı oldun” deriz. Yani “Dünya seni üzecek yahut sevindirecek şeyleri belirleyemiyor, ayrı bir evrendesin” demektir bu. Gel de şiir yazma.
Taburcu kitabınızda daha çok imgesel anlatım vardı fakat İşlenmemiş Suç’ta özellikle “bomba”, “ böcek ilacı”, “ihtiyar” ve “cv” şiirlerindeyse mizahi unsurlarla ironinin yanında kurgusal bir akış hâkim, kahramanlar bize göz kırpıyor. Bu biraz tehlikeli ve zordur, değil mi?
Taburcudaki şiirler on yedi ila yirmi yedi yaşları arasında yazılmış şiirlerdi. Doğal olarak şiirlerin merkezinde ben varım. Oradaki şiir benden etrafa doğru açılan bir şiir. Yaş ilerledikçe insan dünyanın merkezinde olmadığını keşfediyor. Daha doğrusu her insanın ayrı bir merkez olduğunu görüyor. Bu sebeple farklı kurgular giriyor şiire. Cv şiiri ise başörtülü bir kızın “Yabancı filmlerdeki alt yazılar gibi yaşayamamasını” anlatan bir şiir. Önceleri böyle şiirlerin yazılmasını doğru bulmuyordum. Allah için yaptığımız bir şeyin ifade edilmemesi gerektiği fikri hâkimdi. Artık böyle düşünmüyorum. “28 Şubat da neymiş?” diyen bir sürü genç var. Bizim yaşadığımız sıkıntılar aradan on beş yıl geçmeden buharlaşmaya başladı. Çünkü biz bunun şiirini yazamadık, filmini yapamadık, müziğini besteleyemedik, afişini hazırlayamadık, resmini çizmedik. Yapılan iyi niyetli çalışmalar var ama hangisi sanat eseri? Öyle bir film çekmeliydik ki dünyanın öbür ucunda yaşayan ve başörtüsü hakkında hiçbir fikri olmayan insanlar bile bu filmi seyrettikten sonra oturduğu koltuktan kalkamamalıydı.
Çocuklar iki fotoğraf arasındaki farkları yakaladıkça mutlu olurken “büyükler” farklardan nefret ediyor. Sizin tabirinizle “televizyon kumandası zannediyorlar dünyayı”, “ocağın altını kısar gibi sesimize dokunuyorlar”. Her şey tek düze oluyor.
İnsan özgür olduğunu düşünüyor ama bilinçaltımız bile işgal altında. Bize seçenekler sunulduğunu düşünüyoruz. Hâlbuki bu seçeneklerde modern dünyanın seçmemizden rahatsız olacağı hiçbir şık yok. Basit bir örnek vereceğim. Ankara’daki evimin penceresinden bakınca ferah bir manzara görüyordum. Ben bu manzaraya bakmaktan keyif alırken oğlumun tedirgin olduğunu fark ettim. Ona sebebini sorduğumda “Bana herhangi bir çatıda bizi nişan almış bir keskin nişancının olabileceğini” söyledi. Çizgi filmler, bilgisayar oyunları, haberler, gazeteler bize ‘kork ve tüket’ dünyası kuruyorlar. Bu dünyada camdan görünen manzaramıza bile keyifle bakamayacağız. Hepimiz modern dünyanın kafeslerine yaşayan ve ormanı özleyen aslanlarız aslında. Şiirimde bunu ifade etmeye çalışıyorum. Arada kalmışlığı.